Web Tasarım Ankara

 BİR SULTAN II. MEHMED OKUMASI

Lütfi Bergen

lutfibergen@gmail.com

30.05.2016

 

“Kostantiniye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”

Bu hadisin “zayıf” olduğuna dair görüşler var.

Hz. Peygamber (asv)’e isnat edilen bazı rivayetlerin sahihliği bir yere kadar sorgulanabiliyor.

Çünkü fetih için yaşlılığını dahi mazeret saymayan Ebu Eyyûb El-Ensarî İstanbul’da yatıyor.

O halde İstanbul’un fethi, Bizans’ın yıkılışının temsili olarak “ni’mel” bir toplumsal harekettir.

Fakat İstanbul’u fetheden Fatih ile İstanbul’un fethinden sonraki düzenin “kurucu lideri” Sultan II. Mehmed’i tefrik etmek kaydıyla.

Bu ayrımı yapmak bizi, Sultan II. Mehmed’in fetih sonrası bazı uygulamalarını müdafaa etmek mecburiyetinden koruyacaktır.

Şimdilik sahihliğini tartışmadığımız bu rivayette, “Fethe kadar” müjdeleme vardır. Bu rivayet, fetihten sonraki Sultan II. Mehmed hakkında herhangi bir işaret, övgü, haber, müjde vermemektedir.

“İstanbul’un Fethi”, bütün gerçek fetihler gibi Kur’an’da “iman ettiler, hicret ettiler cihad ettiler” (8 Enfal 74) ayetinin hakikate çıkışı nazarından değerlendirilmelidir. Fetihten sonra tövbe vardır.

“İstanbul’un Fethi” sonrası “Fatih”, şehirde yaşayan Bizans halkını kentten sürdü ve imar çalışması başlattı. Başkent için nüfus gerekiyordu. İstanbul’a Karaman’dan Müslüman nüfus getirildiği gibi Edirne, Bursa ve Kefe gibi şehirlerden Yahudiler getirildi. Aslında buna “getirilmek” değil, “sürgün” demek gerekir. İstanbul’un Fethi sonrasında şehre getirilen gayrı Müslim toplulukların günümüzdeki kapitalistlere benzer sermaye sınıfı olduğu söylenebilir [Tarihsel sermaye birikimine de “kapitalizm” demekten yanayım. Sadece modern kapitalizmin “sömürgeci-endüstriyel” oluşu ile farklılığını vurguluyorum]. İstanbul’u fetheden Türkmenler fetih sonrasında kademeli olarak devlet sisteminden çıkarılmıştır. Daha fetihin şenlikleri yapılırken sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Sultan II. Mehmed tarafından idam edilmiştir. Bu tasfiyeler devlet içinde siyasi-iktisadî “parti”leşmeye neden olmuş görünüyor. Sultan II. Mehmed’in fetihten çok sonra vakıf ve mülkleri, devlet mülküne katarak tımarlı mülke çevirmesi, tımarın meşruiyetini sarsmıştır. Sultan II. Mehmed sonrasında iktidar olan Osmanlı sultanları vakıf ve mülkü elinden alınan zümreler tarafından desteklenmiştir. Bu hadise iktisadî zümrelerin politikleşmesine yol açtığı gibi, zamanla tımar sisteminin [100 yıl içinde] bozulması ve ahiliğin tasfiye edilmesi gibi sonuçlara varmıştır. Türkmenlerin İstanbul fethinden 48 yıl sonra Anadolu’dan kaçarak Safevî Devletini kurması da İstanbul’un fethi sonrası politikaların neticelerinden sayılmalıdır. Hacı Bayram’ın da mensup olduğu Erdebil tekkesinden çıkan Safevilik, Anadolu’daki Türkmenlerin bu topraklardan çekilmesiyle 1501’de devlet halinde belirir ve Osmanlı ile Selçuk coğrafyasında ve nüfus kaynağında rekabete girer. Bir diğer netice de 1492’de İspanya-Endülüs burjuvalarının hem de büyük nakit birikimlerle İstanbul’a gelişidir. Burjuvaların İstanbul’a gelmesi (1492), çok kısa süre içinde saray çevresinde konumlanarak elde ettikleri imtiyazlar nedeniyle Anadolu’da iktisadi dengeleri bozmuştur. Anadolu’da 100 yıla kalmadan Celalilik-çift bozan hareketi çıkmıştır. Tımarın bozulması ve çıkan Celali Ayaklanması (1580-1611) uzun yıllar bastırılamamıştır. Nihayet Balkan kökenli olan Kuyucu Murat Paşa (1606-1611 yılları arasında sadrazamlık yapmıştır) ile 100.000 Celali öldürülüp kuyulara atılmıştır. Bu hadise ile Osmanlı iaşesi için para vermediği bir askerî sistemi kaybetmiştir. Osmanlı’nın 1826’da tasfiye ettiği Yeniçeri sayısı da benzer şekilde 100 bindir. Osmanlı kendi tarihinde üç askeri darbe gerçekleştirmiştir: 1) Çandarlı ailesinin tasfiyesi (Sultan II. Mehmed, İstanbul’un fethi şenlikleri sırasında Çandarlı Halil Paşa’yı Bizans’tan rüşvet aldı iddiasıyla idam ettirdi malvarlığına elkoydu. Çandarlı Halil Paşa idam edilen ilk Osmanlı sadrazamıdır); 2) Tımarlı sipahiliğin tasfiyesi. Tımar sistemi ilk defa 1703 yılında Girit Adası’nda kaldırılmıştır. Fakat tımar sisteminin çöküşü Celali isyanlarını ortaya çıkaran süreçle ilgili sayılmalıdır; 3) Yeniçeriliğin kaldırılması (1826). Osmanlı, Celali isyanını bastırdıktan sonra askeri anlamda güçten düşmüş ve istisnaî zaferler dışında yenilgi ve toprak kayıpları yaşamıştır.

Yukarıdan beri anlattıklarımız bir takım kitap ve çalışmalara dair okumalarımıza dayanmaktadır:

1. İlk kaynağımız, Yahya Başkan’ın “İstanbul’un Fethi ve Yahudiler” başlıklı makalesidir.

Yahudilerin İstanbul’a nerelerden getirilmiş oldukları, ne zaman getirildikleri ve nerelere yerleştikleri konusunda tam bir açıklık olmasa da kaynaklarda muhtelif bilgiler bulunmaktadır. Fethin hemen akabinde Yahudilerin, devletin toprakları dâhilindeki Selanik, Bursa, Edirne gibi yerlerden getirildiklerini görmekteyiz. Daha sonra yeni yerler alındıkça o yerlerin ahalisi içerisindeki Yahudiler de İstanbul’a iskân edilmişlerdir (…) Şehre Yahudilerin ve diğer gayrimüslimlerin yerleştirilmesinden açıkça bahseden kaynaklar Dukas ve Kritovulos’tur. Bir de fetihten yaklaşık 70 sene sonra kaleme alınan Eliyahu Kapsali’nin eseri vardır” (Başkan, 2014: 65).

 

İstanbul’un fethi sonrası şehre yerleştirilen Yahudilerin iskân tasarısı, Fatih Sultan Mehmed’in şehrin imar ve iskânı için gerekli emirleriyle hemen başlatılmıştır. Devletin idaresindeki topraklardan eli iş tutan, şehrin görüntü ve kalitesini değiştirecek insanlar İstanbul’a sevk edilmiştir. İstanbul’a nüfus sevk edilen unsurlar arasında Yahudilerin de olduğu bilinmektedir. Bernard Lewis’e göre Sultan ekonomik olarak etkin ve siyasî olarak güvenilir bir halk olan Yahudileri kente sokup Hıristiyan tacirlere karşı bir denge oluşturarak şehrin geliştirilmesini teşvik etmek istemiştir” (Başkan, 2014: 67).

 

Fetihten sonra Yahudilerin Hahamı ilân edilen Moşe Kapsali’nin yeğeni veya torunu Eliyahu Kapsali, kaleme almış olduğu eserinde Fatih Sultan Mehmed tarafından Yahudilerin korunması ve şehre yerleştirilmesiyle alakalı kıymetli bilgiler vermektedir. Eliyahu’ya göre İstanbul’un düşmesi, “Allah’ın Türkler vasıtasıyla Bizans’tan intikam almasıdır” (…) Kapsali fetihten sonra Yahudilerin İstanbul’a getirilmesini bizzat Fatih Sultan Mehmed’in istediğini; “…Ahdi Atik’de vaad edilen günlerin yaklaştığını ve Sultan’ın, İbrahim’in zürriyeti Yahudilere; bizimle birlikte yaşayın ülke önünüzde, nereye isterseniz yerlesin ticaret yapın mülk edinin dedi…” cümleleriyle anlatmaktadır. Bu istek üzerine uzaktan ve yakından birçok Yahudi gelip İstanbul’a yerleşmiş, kendilerine evler, bağlar ve bahçeler tahsis edilmiştir. Bu durumu Kapsali, Tevrat’ın dili ile su şekilde ifade etmiştir; “soyları arttı, üreyip çoğaldılar gittikçe büyüdüler ve ülke bunlarla dolup tasmaya başladı”. Kapsali Bizans döneminde iki veya üç Yahudi cemaati varken daha Fatih’in hayatında Yahudi cemaati sayısının kırka ulaştığı bilgisini vermektedir” (Başkan, 2014: 6811).

 

2. İkinci Kaynağımız Doğan Avcıoğlu’nun “Osmanlı’nın Düzeni-Türklerin Tarihi: 6. Kitap” başlıklı çalışmasıdır:

 

“Fatih, İstanbul’u alınca Anadolu ve Rumeli’den 5 bin aile sürgün ister. Anadolu ve Rumeli’den İstanbul’a 5 bin aile getirilecektir, gelmek istemeyenler idam edilecektir (…) Bursa’dan İstanbul’a sürgün çıktığına dair vesika vardır. Ama direniş olması nedeniyle bu karar uygulanamaz. Bu nedenle Fatih 1454’te Bursa’ya geçer, şiddetli tedbir alır, valileri değiştirir. Ondan sonra hep fethettiği şehirlerin zengin, sanatkâr ve tüccar halkından bir kısmını İstanbul’a sürgün yollar (…) Trabzon’dan İmparator ailesi, şehirdeki nüfuzlu aileler, askeri sınıf gemilerle İstanbul’a getirilir” (Avcıoğlu, 2013: 109).

 

Doğan Avcıoğlu, Fatih’in Yahudiler hakkında uygulamalarını da şöyle anlatır: “Yahudileri İstanbul’a getirir. Rabbin’e sahip olma izni verilir. Yahudiler için Osmanlı İmparatorluğu gettosuz ve pogromsuz yeryüzü cenneti haline gelir. Mülklerini istedikleri gibi kullanabilmekte, istedikleri gibi giyinebilmektedirler (…) 1477’de İstanbul’da: 9753 Türk, 31 Müslüman Çingene, İstanbul ve Galata’da 3743 Rum, 818 Ermeni (384’ü Karamanlı), 1647 Yahudi ve 382 Frenk evi vardır. Nüfus 60-70 bin hesaplanır” (Avcıoğlu, 2013: 111).

 

“Fatih’ten itibaren devlet (…) özellikle vergi dışı kalmayı önlemeye çalışır (…) Fatih, birçok eski vakıf ve mülkleri silip yok etmek yoluyla reforma girişir [1476’dan sonra imparatorluktaki emlak ve evkafın büyük kısmını ilga etmesi sonucu, devlet 20 binden çok köy ve mezraya el koymuştur]. 20 binden fazla köy ve mezra neshedilmiş ve tımarlı sipahilere dağıtılmıştır. İbka olunan vakıf ve mülklerden de divani denilen gelir hisseleri için asker (eşkinci) istenmiştir (…) Bayazıt padişah olur olmaz ilk işi bu emlâk ve evkafı sahiplerine iade etmek olmuştur (…) Fatih’in emlâk ve evkafı neshetmesi bilhassa ulema sınıfını, şeyhleri ve eski, Türk, Müslüman bey ailelerini müteessir etmiş, fakat yeni akçe hususundaki harekâtı bütün halk arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır” (Avcıoğlu, 2013: 131-132).

 

Fatih’in tımarlı sipahi sayısını artırmak için uyguladığı bu sistem hakkında Avcıoğlu bazı gerekçeler ileri sürer:

 

a) “Fatih devrinde idarede ve orduda kullar üstün duruma geçer. Mutlakıyetin ve merkeziyetçiliğin bir aracı olan gulam sistemi Fatih devrinde egemen duruma geçer” (Avcıoğlu, 2013: 130);

b) “Bu ıslahatın asıl gayesi tımarlı sipahi sayısını artırmak ve Padişah’ın hazinesi için yeni haslar bulmak idi” (Avcıoğlu, 2013: 132);

c) “Soyluluğa karşı sipahiyle ittifak” (Avcıoğlu, 2013: 130).

 

Fatih’in gerekçeleri ne olursa olsun Horasan’dan gelen Yesevî derviş-gazi-abdallarının açtığı (fethettiği) Anadolu tasavvuru açısından bakıldığında “İstanbul’un Fethi” Türkmen dışlaması haline gelmiştir.

 

3. Üçüncü Kaynağımız Sencer Divitçioğlu’nun “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” başlıklı kitabıdır.  Divitçioğlu kitabında tıpkı Doğan Avcıoğlu gibi Osmanlı devletini fethe taşıyan askerî güce karşı yeni bir müttefik aradığını yazar. Bu yeni müttefikin Sultan II. Mehmed tarafından gerçekleştirildiğini şöyle ifade eder: “Kul zümrenin özellikle Çandarlı Halil Paşa’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından idam ettirilmesinden sonra, devlette ağır basmaya başladığını görüyoruz. Çandarlı’nın katlinden sonra, ‘Devlet idaresindeki eski ailelerin nüfuzları bertaraf edilmiş ve padişahın emir ve arzusuna mutlak surette uyan kişiler devletin başına getirilmiştir’ (Halil İnalcık, Mehmed II maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C: 7, s: 512)” (Divitçioğlu, 1981: 65).

 

Diğer taraftan Doğan Avcıoğlu, “İstanbul’a sürgün yönteminin geniş uygulanması özellikle Anadolu’da hoşnutsuzluk yaratır” (Avcıoğlu, 2013: 129) değerlendirmesi yapar.

 

Sultan II. Mehmed’in uygulamaları, 1) Zimmet ehlinin ve Müslüman ahalinin mülkiyet emniyetini ihlal etmiş olması, 2) Önceden fethedilip tımar-vakıf-mülk olarak dağıtılan topraklar üzerinde ikinci bir tımar getirilmesi gibi sebeplerle İslâmî bulunmamış olmalıdır.

 

Avcıoğlu, “Fetihte devlet malı ilan edilen emlâk, önce her gelene parasız mülk olarak verilmiş, sonra arsalar devlet malı sayılarak kira konmuş ve muazzam bir meblağ (Dursun Bey’e göre 100 milyon akçe) alınmış”tır demektedir (Avcıoğlu, 2013: 129). Avcıoğlu’na göre Fatih’in son yılında hazinede hazır 2,5 milyon altın ve 48 milyon gümüş akçe vardır. Osmanlı, bu hazineyle o zamanki dünyada oldukça ileri seviyededir. 

 

Sultan II. Mehmed, İstanbul fethinden sonra “Osmanlı hükümdarının nizamı âlem için kardeşlerini öldürmesinin meşru olduğuna dair fetva alması” (Avcıoğlu, 2013: 132) ile “(Çandarlı’nın katlinden sonra) Devlet idaresindeki eski ailelerin nüfuzlarını bertaraf ederek, padişahın emir ve arzusuna mutlak surette uyan kişileri devletin başına getirmesi” (Divitçioğlu, 1981: 65) siyasetleriyle Osmanlı hanedanının dışında devletin dayandığı ulema / tımar sahipleri / akıncı beyleri / tekke-ahi birlikleri gibi zümrelerin iktisadî güçlerini kırmayı hedeflemiştir.

 

Selçuklu geleneğini değiştiren Sultan II. Mehmed bundan sonra “Doğu yasaları: Töre”nin hâkim olduğu bölgede değil Batı Roma’nın egemen olduğu bölgeye has bir unvanı kendisine lâyık bulur: “Fatih dünyaya egemen bir İmparatorluk fikrini benimser ve kendini Roma’nın yegâne ve gerçek vârisi olarak seçer” (Avcıoğlu, 2013: 126).

 

John Freely, Sultan II. Mehmed hakkında yazdığı “Büyük Türk” kitabıyla ilgili bir röportajında “Fatih’in pek dindar olduğu söylenemez. Galata’da St. Pietro Kilisesi’ne gidip ayinleri izlediği, komünyon ekmeğinden yediği biliniyor. Seremoni seven bir padişah değildi. St. Pietro Kilisesi’ne genelde yalnız gidiyordu. Sultan Süleyman gibi kalabalıklarla dolaşmıyordu” demektedir. Bu ifade doğruya temas etse dahi II. Mehmed’in “Hıristiyan” olduğu iddia edilemeyecektir.

 

Sultan II. Mehmed ile ilgili olarak zikredilecek bir başka dikkat de din-devlet ilişkileri konusudur.

 

Osmanlı’nın kuruluş dönemi din-devlet ilişkileri yapısının “fıkıh ya da kelam temelli değil, fakat gaza ruhuna daha uygun ve göçebe asabiyetine daha rahat cevap verebilen ahlaki ve tasavvufi bir ağırlık temelli olduğu” yaklaşımı son derece doğrudur. Bahtiyar Murat Aras’ın “Osmanlı Devleti’nde Din Ve Devlet İlişkisi” makalesinde ifade ettiği gibi; “Osman ve Orhan Gazilerin Türkmen gelenekleriyle karışmış Sünniliğiyle sonraki dönemlerde, medrese kültürüyle oluşturulmuş Sünniliği aynı değildir. Ancak bu dönemden sonra ulema kontrolündeki Medrese İslam’ının etkisini artırılmış ve zamanla ilk başlardaki hoşgörülü anlayış, yerini daha kuralcı bir Ulema İslam’ına terk etmeye başlamıştır.”

 

Osmanlı, Sultan II. Mehmed devriyle beraber Türkmenlerin Horasan’dan getirdikleri bu teolojiyi bertaraf etmiştir: “Fatih’in, kendi zamanına kadar nispeten istiklalini muhafaza eden dini, tam manasıyla devletin kontrolü altına soktuğu görülür. Artık, bir bakıma, dinle devlet özdeşleşmiştir. Esasen, Osmanlı sultanları henüz hilafeti üstlenmedikleri halde, Fatih, halifetu’llahfi’l- âlem (=Allah’ın dünyadaki halifesi) unvanını kullanmakta bir beis görmemişti. Onun, Şeyhülislamlık müessesesini bu çerçevede düzenlediğini görüyoruz (…) Şeyhülislamlık, artık büyük ölçüde merkezi otoritenin icraatını teyit ve tasdik edecek şekilde çalışacaktır. Şeyhülislam, her ne kadar ulemanın başı ve baş-müftü ise de, esas itibariyle siyasi otoriteye bağlı ve sultana karşı sorumlu idi. Unutmamak gerekir ki, istenildiği takdirde sultan tarafından hiç de tereddüt edilmeden işletilebilecek bir azl mekanizması mevcuttu; bu durum, adli ve kazaî faaliyetleri pekâlâ etkileyebilecek bir nitelik arz eder” (Unan, 1999).

 

“Fetih”, İstanbul’u “İslâm’a açmış” ancak devletin “merkezîleşme” niyeti fethi gerçekleştiren kadrolarını yitirmiştir. Osmanlı devletinin dinle ilişkisi, devletin “İslam devleti” olduğu anlamını taşımaz. Dinin devlet içinde denetlenip kontrol edildiği anlamını taşır. Fakat diğer taraftan tımar ve ahilik sistemindeki reayanın dini yaşayışı, iktisadî ve içtimaî hayatıyla bütünleşmiş bir zaman/toprak/toplum varlığı ortaya çıkarttığından dinin devlet tarafından kontrolü bir hürriyet yitimi algısına meydan vermemiştir.

 

 

-          Avcıoğlu Doğan, Osmanlı’nın Düzeni-Türklerin Tarihi: 6. Kitap, Kırmızıkedi Yayınları, 2013

-          Başkan Yahya, İstanbul’un Fethi ve Yahudiler, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt 11, Sayı 3, ss. 63-84, Eylül, 2014

-          Divitçioğlu Sencer, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Sermet Matbaası, 1981

-          Freely John, Ne Türkler ne de Batılılar Fatih’in kıymetini biliyor, Milliyet Gazetesi, 22.01.2011 (erişim: http://www.milliyet.com.tr/-ne-turkler-ne-de-batililar-fatih-in-kiymetini-biliyor-/pazar/haberdetay/23.01.2011/1342851/default.htm)

-          Unan Fahri, İstanbul'un Fethi Fatih Külliyesi ve imparatorluk, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi [Osmanlı Devletirıin Kuruluşunun 700. Yılı Özel Sayısı], s. 83-91,1999

 

 

 

 

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Lütfi Bergen