Web Tasarım Ankara

İşgal, Manda, Yahudi Göçleri ve Filistin

(Meraklısı için Filistin’in kısa tarihi) 

            Emine Sonnur Özcan

            eminesonnurozcan@gmail.com

            19.04.2016

Filistin kelimesi, Eski Mısır dilinde komşu halk anlamına galen “peleset” kelimesinden türetilmiş ve İslâm öncesi devirlerde eyalet adı olarak kullanılmıştır. Filistin, İslâmî devirlerde coğrafik bölge tanımlaması şeklinde kullanılmış olsa da Mısır-Roma-Bizans dönemlerindeki idarî anlamıyla kullanılmamıştır. İslâmî devirlerde Filistin, Bilâdu’ş-Şâm (Levant/Büyük Suriye) coğrafik ve idarî bölgesi içinde yer almaktaydı.

Filistin, İngiliz işgali öncesinde; 400 yılı Osmanlı hâkimiyetinde olmak üzere, 1100 yılı aşkın bir süre Türk idaresinde kalmıştır. 1917’de Kudüs’ün İngilizler tarafından işgal edilmesiyle Filistin’deki Osmanlı hâkimiyetinin yerini İngiliz askerî idaresi aldı. Filistin’in 1920 itibarıyla emperyalist güçlerce oluşturulan yeni sınırları İngiliz mandasını belirliyordu. Filistin manda bölgesi Osmanlı döneminde idarî anlamda, Beyrut ve Şâm vilayetleri ile Kudüs özel idaresi arasında bölünmüş durumdaydı.

            İngilizler, Filistin’i kendi idarelerinde bir mandaya dönüştürecekleri 1920 yılına kadar geçen dönemde, Filistin’i nasıl paylaşacaklarının kararı üzerinde çalıştılar. Siyonist Federasyonu Başkanı Chaim Weizmann ile Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal’ın Ürdün (1918), Londra (1918) ve Paris’teki (1919) görüşmelerinde aracılık faaliyetini İngiltere yürüttü. Amaç,  Siyonistlerin Kudüs’e ilişkin beklentilerini Araplarla uyumlu hâle getirebilmekti. Paris Antlaşması bağlamında Ocak 1919’da imzalanan Faysal-Weizmann Antlaşması, Ortadoğu’da kurulacak bağımsız bir Arap krallığı içerisinde sınırları belirlenen Filistin bölgesinde bir “Yahudi yurdu” oluşturulmasını kabul ediyordu. Bu bir Yahudi devleti değil, Yahudilerin Filistin Araplarıyla ekonomik işbirliği içinde olacağı İngiliz idaresinde özel bir bölge olacaktı. Faysal ayrıca krallığının bağımsızlığına destek koşuluyla Balfour Deklarasyonu’nu tanıdığını ve Filistin’e Yahudi göçünü kabul ettiği yönünde de söz vermişti. Ancak Suriye’nin Fransız işgaline uğramasıyla bu antlaşmanın hükmü kalmadı.

            Esasen, Nisan 1920’de  San Remo Konferansı’nda ortaya çıkan manda sistemi ve dolayısıyla diğer mandalar gibi Filistin mandasının temelleri de Ortadoğu’daki emperyal çıkarlar çerçevesinde üretilmişti. Dolayısıyla, 1916’daki gizli antlaşma Sykes-Picot’ya ve 1917 Balfour Deklarasyonu’na dayanmaktaydı.

            Üretilen emperyalist düzenlemelerde Yahudilere, gerçekliği Filistin manda bölgesi bağlamında oluşacak önemli taahhütler verilmekteydi. Dolayısıyla Balfour sonrasında başlayan Yahudi göçlerinin manda döneminde artması bir tesadüf değildir. Nitekim böylece Filistin’de yoğunlaşan Yahudi nüfusu sonucunda Siyonist örgütler doğrudan bölgenin manda idaresiyle ilgili görüşmelere dâhil olmuş ve hatta Filistin manda idaresinin ilk taslağı bir Siyonist örgüt tarafından kaleme alınmıştı. Neticede, emperyalist manda yapısı, açıkça İngiltere’nin “bir Yahudi yurdu” kurmasını destekleyeceğini taahüt etmişti.

            Siyonizm

 “Siyonizm” terimi, Kudüs’ün Tevrat’taki isimlerinden biri olan “Siyon”a atıfla 1885’te Viyanalı Yahudi yazar Nathan Birnbaum tarafından türetilmiştir. “Siyon” ise ilk Yahudi mâbedinin (Süleyman Mâbedi) bulunduğuna inanılan Siyon tepesinin adıdır. Siyonizm, Yahudilerin dünya üzerinde çeşitli ülkelerde dağınık ve azınlık hâlinde yaşıyor olmalarından kaynaklanan Yahudi sorununa, Filistin temelli Yahudi milliyetçiliğiyle 19. yüzyıl emperyalizminin ortak çözümü olarak ortaya çıkmıştır, denilebilir. Yahudilerin Avrupa’da uğradığı ayrımcılık ile Fransız Devrimi sonrası oluşan milliyetçilik fikirleri, 19. yüzyıl ortalarında Siyonist düşüncenin örgütlenmesini doğurdu. Öte yandan, 19. yüzyılın Liberal Milliyetçiliği Yahudilerin önceki yüzyıllarda Batı Avrupa’da yaşadığı meslekî ve sosyal ayrımcılık gibi zulümleri ortadan kaldırmak için hukuksal düzenlemelere gitmeye başlamıştı. Fakat Yahudi zulmü Doğu Avrupa’da ve özellikle Rusya ve Polonya’da kurumsallaşarak şiddetleniyordu. Yüzyılın son çeyreğine doğru milyonlarca Yahudi Amerika’ya göçtü. Bu bağlamda Yahudi milliyetçiliğine dayalı Modern siyasal Siyonizm geride kalan Yahudiler arasında Rusya’da ortaya çıkmıştır. 

Doğu Avrupa’da ortaya çıkan siyasal Siyonizm Filistin’de de karşılık buldu. Avrupa’da şiddetlenen zulümler sonrasında Filistin’de bir Yahudi yerleşimi kurmak isteyen çeşitli Yahudi gruplar 1884’te bir araya gelip Siyon Aşıkları adı altında birleştiler. Siyonizm ideolojisi, Theodor Herzl (1860-1904) isimli bir Macar Yahudisi tarafından yazılan Yahudi Devleti (1896) isimli kitapla uluslararası bir harekete dönüştürüldü. Bir Hukukçu olan Herzl’in yazdığı kitabın temel iddiasına göre Yahudilerin bir millî kimliği olmasına karşın kimliklerini özgürce sergileyebilecekleri bir devleti yoktu. Bu yoksunluk onların yaşadıkları topraklarda yabancılaşmalarını ve anti-semitizm kaynaklı zulüm görmelerini destekliyordu. Yahudilerin kendi devletlerine sahip olmaları onları erk sahibi yapacak ve bu zulümden kurtaracaktı.

Herzl’in kitabı Doğu Avrupa Yahudileri için siyasî bir yol haritası sağladı. Herzl’in önderliğinde 1897’de Basel’de 200 civarında delegeyle 1. Siyonist Kongre toplandı. Kongrede Filistin’de bir devlet ve Dünya Siyonist Örgütü’nün kurulması, kongrenin her yıl tekrarlanması gibi önemli kararlar alındı.

Herzl’in Basel Kongresi sonrasındaki faaliyetleri Filistin Yahudi Devleti’nin kurulması için Batı Yahudilerinin mali desteğini ve güçlü bir devletin diplomatik yardımını aramakla geçti. 1904’teki vefatına kadar sürdürdüğü mücadeleler bir sonuç getirmediyse de Siyonizme kalıcı bir örgütsel yapı kazandırmıştır.

            Öte yandan, Siyonizme verilen Balfour taahhüdüyle, İngilizler Araplara verdikleri sözleri çöpe atmış oluyordu. Osmanlı Devleti’ne isyan karşılığında Mekke Şerifi Hüseyin el-Haşimî’ye İngilizler tarafından verilen “bağımsız Arap devleti” sözünün (1915-1916 Şerif Hüseyin-Mısır İngiliz yüksek komiseri McMahon mektuplaşmaları) artık bir geçerliliği kalmamıştı; çünkü Kudüs de Şerif Hüseyin’in kurulmasını istediği devletin sınırları dâhilindeydi.

Ürdün

Ürdün, emperyalist güçlerin Osmanlı Devleti’ni işgal ettikten sonra Ortadoğu haritasına İngilizler tarafından eklenen en son ülkedir. 1921’de Filistin mandası           sınırları içinde yer ayrılarak oluşturulmuştur. Ürdün Krallığı’nın ortaya çıkması bütünüyle İngilizlerin Ortadoğu üzerindeki emperyalist çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiştir.

Mekke Şerifi Hüseyin’in oğullarından olan Abdullah, kardeşi Faysal’ın 5 aylık Suriye Krallığı’nın Fransızlar tarafından işgale uğrayıp yıkılmasının ardından (1920) yanındaki aşiret güçleriyle Mekke’den Filistin’e doğru harekete geçmişti. Filistin bölgesi yakınındaki Ürdün (Şeria)nehrinin doğusundaki çöl arazisine geçen Abdullah bugünkü başkent Amman yakınlarındaki Maan’a şehrine gelip yerleşti. Bölgenin konjonktürel ya da iktisadî açıdan İngilizler ya da Fransız emperyalist çıkarlarına hizmet eden bir yanı yoktu. Bununla beraber Hâşimî ailesinin bir ferdi olan Abdullah’ın çöldeki bu varlığı çevredeki İngiliz muhalifi aşîretler için siyasî bir câzibe merkezi oluşturabilirdi. Bu nedenle İngilizler Abdullah’ı kendilerine bağlı hareket edecek bir figür olarak kurgulayıp  ona daha önce çizdikleri Ortadoğu haritası üzerinde yeni bir krallık alanı açtılar. Bu küçük krallık, Maan çevresinde olacaktı. İngiliz yapımı bu yeni devletçik Suriye’den güneye uzanacak muhtemel bir Fransız yayılmasına karşı da tampon bölge görevi yapacaktı. İngilizler, bu hedefler doğrultusunda 1921’de Amman’da, Filistin’deki askerî idareye bağlı fakat Balfour’da yer alan Yahudilerin haklarını gözetme koşulunun geçerli olmadığı Ürdün Çöl Emirliği’nin kurulduğunu ilân ettiler.

            Filistin mandasının ana özelliklerinden biri harita ve demografide İngilizler tarafından yaratılan değişikliktir. Bu değişikliğin öncelikli sebebi 1. Dünya savaşı öncesinde başlayan ve  Siyonist hareketin Balfour “zaferi” ile İngiliz mandasının kurulmasıyla artan Yahudilerin Filistin göç dalgalarıydı (aliyah).  1919-1923 arasında gerçekleşen 3. dalga göçte çoğu Doğu Avrupalılardan, 30 bin kadar Yahudi   Filistin’e göç etti. 1924-1926  arasındaki göçlerde ağırlığı Polonyalı Yahudiler oluşturmak üzere yaklaşık 50 bin göçmen daha Filistin’e ulaştı. Almanya’da Nazilerin iktidara geldikleri 1933’ten itibaren başlayan Yahudi zulmü nedeniyle 1936’ya kadar devam eden yeni göç dalgasıyla manda dönemindeki göçmen sayısı 170 binleri buldu ve böylece Yahudi nüfusu Arap nüfusun üçte birine ulaştı.

            Esasen, Siyonistler Balfour’la ilân ettikleri “Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması” planını San Remo’da Filistin mandasıyla garantiye aldıklarında, genel anlamda Filistin’e yapılacak yoğun göçleri de planlamışlardı. Arkasından giderek artış gösteren göçlerle, Filistin’de mülksüzleştirme ve toprak kavgasına başlamıştı. Neticede Araplar, 1922’de bire sekiz oranında Yahudilerden fazlayken anılan göçler ile sonrasında gelişecek mülksüzleştirme ve Arap-İsrail savaşlarına bağlı mültecilik nedeniyle İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948’de azınlık durumuna düşürüldü.

            Öte yandan, Levant’taki diğer manda-ülkeleri gibi Filistin manda idaresinin yaratılmasında da aynı emperyalist motif (pattern) tekrarlanmıştı: Osmanlı’nın devlet topraklarının işgalci güçlerce az sayıda “itibarlı” aileye satılması. Fakat bu motifle birlikte yalnızca Filistin’e özgü olarak farklı bir aşama daha yaşandı. Söz konusu aileler ellerine verilen toprakları Yahudi komisyonculara sattılar. Dolayısıyla günümüzde dahi “kaybedilen topraklar” olarak bilinen bu fenomenin özünde bu etnisitelerarası, dinlerarası unsur vardır. Dahası söz konusu fenomenin etkisiyle 1918’lerde, diğer Ortadoğu halkları gibi Filistinlilerde de eski Osmanlı kimliği yerine önce Filistinli-Arap ya da Müslüman kimlik,  ardından da Milliyetçi Arap kimliği geçecekti.

            Manda döneminde gelişen Filistinli-Arap kimliğinin sebebi Yahudilerin bilinçli olarak izole olup, kendi kurumlarını yaratmalarıdır. Dolayısıyla tüm yeni devlet kurumları fiilî olarak Filistinli-Arap kurumları olmuştur. Bununla beraber, geniş halk kitlelerinin özel bir Filistinli kimliğinden çok dinî bir kimliğe ya da geniş anlamda bir Arap kimliğine bağlı olduğu söylenmelidir. Neticede Manda Dönemi Filistini’nde toplulukların ailevî, dinî ya da etnik unsurlara dayandırarak inşa ettikleri kimlikler vardı. Ulusal anlamda bir Filistinli kimlik söz konusu değildi. Bu durum 1948’de gerçekşen İsrail Devleti’nin kuruluşundan itibaren yerini Milliyetçi Arap kimliğine bırakacaktı.

            İç Savaş, Mülteciler ve İsrail Devleti: İngiliz Mirası

            İngiliz işgali, manda idaresi ve beraberinde devam eden Yahudi göçleriyle Arapların mülksüzleştirilip zulme uğraması,  bölgedeki Arap-Yahudi çatışmasını gittikçe büyüterek şiddetlendirdi ve başta 1929 Ağlama Duvarı Olayları ile 1936-1939 Büyük Arap İsyanı gibi kanlı çatışmalara sebep oldu. İngilizler yaşanan çatışmaları bastırmakta yaşadığı zorluklardan ziyade Arap coğrafyasındaki diğer toplulukların Filistin meselesinde taraf olduklarını belli eden duruşları nedeniyle Filistin siyasetini gözden geçirmek zorunda kaldı. Çünkü 2. Dünya Savaşı’nın kapıda olduğu belliydi. Muhtemel bir savaşta manda ortağı Arap emirlerin muhalif siyasetleri nedeniyle  İngiltere’nin Ortadoğu’daki stratejik ve petrol çıkarları zarar görmemeliydi.

            Bu kaygılar duyulurken İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nın 1939 Şubatı’nda Londra’da düzenlediği Arap-Yahudi Konferansı’ndan da sonuç çıkmayınca İngilizler kendilerince bir çözüm üreterek ünlü 1939 Beyaz Kâğıdı’nı yayımladılar. Belgede İngilizlerin, Filistin’in bir Yahudi Devleti olması gibi bir siyâsetleri olmadığı; 10 yıl içinde Arap-Yahudi ortak yönetiminde bağımsız bir Filistin devleti kurulacağı; Filistin’e yapılacak Yahudi göçlerinin 5 yıl süreyle yılda 15 bin kişiyle sınırlandırılacağı ve 5 yılın sonunda Arap halkının istememesi durumunda tamamen bitirilmesi gibi yeni siyâsetlere yer verilmişti.

            İngilizlerin, 1933’ten itibaren adım adım sertleşen Hitler’in Nazi zulmüne rağmen yayımladığı  bu Beyaz Kâğıt, Filistin Yahudilerinde çok büyük bir hayâl kırıklığı ve itiraz yaratmışken 2. Dünya Savaşı patladı. Yahudiler yaşadıkları hayâl kırıklığına rağmen İngilizlerle Almanlara karşı ittifak hâlinde savaşacaklarını; fakat Beyaz Kâğıt’la Filistin’deki Yahudi yurdu hedefinin en büyük engeli hâline de gelmiş olan bu manda gücüne karşı mücadele de yürüteceklerini; hatta  Almanlara karşı zafer elde edildikten hemen sonra doğrudan İngilizlerle savaşılacaklarını ortaya koydular. Yahudiler bir yandan bu karmaşık Savaş Dönemi siyâsetini yürütürken savaş yılları içerisinde Nazi Almanyası’nda gerçekleşen Yahudi soykırımı (Holokost) Avrupalıların Filistin’de bir Yahudi yurdu fikrine önemli bir kamuoyu desteği getirmiş oldu. Daha önemlisi ABD’nin desteğidir.

            Amerika Birleşik Devletleri, büyüyen ekonomisi ve emperyal müttefiklerini geride bırakan askerî gücüyle 2. Dünya Savaşı’ndan, dünyanın iki süper gücünden biri olarak çıkacaktı. Böylelikle Yahudilerin yeni Batılı emperyal hâmisi İngilizler değil Amerikalılar olacaktı. Aslında Truman dönemi ABD’si, Yahudi göçleri ve Yahudi devleti fikrini sistematik olarak 1942 Biltmore Programı’yla savaş öncesinde desteklemeye başlamıştı. Filistin mandasının geleceğinin biçimlenmesi anlamına da gelen bu destek manda yönetimi tarafından satın alınmak zorunda kalındı çünkü İngiliz manda yetkilileri, kendilerine yönelen Yahudi terörü, Arap-İsrail savaşları ile emperyalist çıkarları arasında sıkışmış durumdaydı. Neticede İngiltere 1947’nin Şubat ayında, 1945’te Milletler Cemiyeti’nin yedeği olarak kurulmuş olan New York’taki Birleşmiş Milletler’e (BM) başvurdu. San Remo’da İngilizlere Filistin mandasının verildiği 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti 1922’de geriye dönük olarak mandaya resmî statü tanımıştı. Milletler Cemiyeti’nin yayımladığı Filistin Mandası belgesinde  Balfour Deklarasyonu koşulları temel alınmış ve Filistin’in resmî dili olarak İbranice’yi belirlenmişti. BM’deki Filistin sorununa ilişkin yürütülen görüşmeler, Kudüs’ün uluslararası statüde kaldığı iki devletli formül kararıyla sonuçlandı (Kasım 1947, 181 sayılı karar). 

            1948 Arap-İsrail Savaşı

             İngilizler BM’deki oylamayı beklemeden Eylül 1947’de, 15 Mayıs 1948’de Filistin manda idaresinin sona ereceğini ilân etti. Bu karar büyük ve kanlı bir Arap-İsrail iç savaşına (1947-48) ve 1948 Arap-İsrail Savaşı’na sebep oldu.  Tüm bu kanlı dönemin sonunda İsrail Devleti’nin kuruluşu gerçekleşmiştir (1948).

            İngilizlerin Filistin mandası yüksek komiseri iç savaşın en hararetli günlerinde arkasında kurulu bir düzen bırakmadan deniz yoluyla sessizce Filistin’i terk etti. Onun ayrılışından birkaç saat sonra Filistin Yahudi Ajansı’nın ve Dünya Siyonist Örgütü’nün başkanı olan David Ben-Gurion (1886-1973) İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etti (14 Mayıs 1948).

            Kurulan yeni devlet, ABD tarafından o günün gecesinde fiilî anlamda tanındı (hukukî tanıma arkadan gelecekti). Rusya, 17 Mayıs 1948’de doğrudan hukukî olarak İsrail’i tanıdığını ilân etti. Türkiye ise Mart 1949’da fiilî, bir yıl sonra da hukukî olarak İsrail’i tanıyan devletler arasına girdi.

            Araplar, yaklaşık 1200 yıldır çoğunluğunu temsil ettikleri Filistin’in, İngiliz müdahalesiyle bir Yahudi Devleti’ne dönüştürülmemesi için ellerinden geleni yaptığı söylenebilir. Buna karşın Filistinli Arapların toprakları üzerinde hak iddia eden Siyonistlerin çabalarıyla sonuç –Araplara göre “şimdilik” – Yahudilerin lehine olmuştu.

            İsrail devletinin kuruluşun ilân edilmesinin hemen ertesi günü (15 Mayıs 1948) Mısır, Suriye, Lübnan ve Irak’tan oluşan komşu Arap devletleri İsrail’e karşı saldırıya geçtiler. 11 Haziran’daki BM Ateşkesi’ne kadar, Kudüs dışında tüm Arap saldırıları Ben Gurion komutasındaki İsrail ordusu tarafından püskürtüldü. Kudüs Ürdün Kralı Abdullah’ın ordusu tarafından alınmıştı. 9-18 Temmuz arasındaki ikinci savaşta İsrail ordusu  asker sayısını artırdı ve BM silah ambargosuna rağmen Yahudi gruplar aracılığıyla gizli yollardan Avrupa’dan Filistin’e sokulan hafif ve ağır silahlarla Araplara karşı kesin zafer elde etti. Esasen Araplar başlangıçta, savaştaki askerî ve siyasî koordinasyonu düzenleyecek bir komite oluşturmuşlardı; fakat her bir Arap ülkesi kendi çıkarlarını gözettiği için bunu işletemediler. Dolayısıyla her ülkenin ordusu savaşa ayrı ayrı girdi ve bunun da etkisiyle Arap cephesinde büyük bir yenilgi yaşandı. 

            Aralık 1948’de sona eren Arap-İsrail Savaşı sonunda BM’nin İsrail için öngördüğü topraklar yaklaşık %56’dan %80’e çıkmış ve ikili devlet önerisinin Arap Devleti kısmı ortadan kalkmıştı.  Savaş devam ederken Mısır, Gazze Şeridi’ni almıştı. Ürdün ise Doğu Kudüs’ün de içinde bulunduğu geniş Batı Şeria (West Bank) bölgesini ele geçirmişti (Ürdün 1950’de Batı Şeria’yı topraklarına kattığını iddia etmiş fakat İngiltere, Pakistan ve Irak dışında Arap Birliği dâhil tanıyan ülke olmamıştır). Dolayısıyla, savaşın fiilî sonuçlarına göre Mısır tarafından alınan Kudüs ve Batı Şeria’dan kopuk Gazze şeridi dışında Akdeniz’le hiçbir bağlantısı kalmayan Filistin toprakları İsrail, Mısır ve Ürdün arasında paylaşılmış oluyordu.

            İsrail Devleti’nin yanında bir Filistin Devleti kurulmadığı için birbirine eklenen İç Savaş ve Arap-İsrail Savaşı sonunda yaklaşık 700 bin Filistinli mülteci durumuna düştü. Savaş sonrasında, Filistinli mültecilerin evlerine dönmesine izin vermeyen İsrail daha savaş sona ermeden (Nisan 1948) “D Planı” adıyla anılan bir işgal ve sürgün hareketine girişmişti. Bu bağlamda BM’nin Yahudi yerleşim bölgesinin (1947 Planı) içinde ve dışında; ayrıca savaşta İsrail işgaline uğrayan bölgelerde, Filistinli Araplar yerlisi oldukları köylerinden, tehdit oluşturdukları gerekçesiyle Yahudiler tarafından atıldı.  İç Savaştan ve Savaştan tekrar evine dönmek üzere kaçan ya da D planıyla Filistin dışına atılan Araplar komşu Arap ülkelerinde oluşturulan mülteci kamplarına yerleşmek zorunda bırakıldı.

1948-49 yıllarındaki askerî operasyonlar, katliamlar ve zulüm nedeniyle kaçan Filistinlilere ilişkin kayıtları iyi tutulmuş olan bazı örnek vakalar vardır.  Bunlar arasında toplu sınır dışı edilme vakalarının en bilinen örneği Lydda ve Ramle kasabalarından atılan 50 bin kadar Arap’tır. En vahşi toplu katliam ise sayıları 125 ile 250 arasında değiştiği tahmin edilen Filistinlinin, Kudüs yakınlarındaki Deyr Yasin köyünde Siyonist teröristlerce öldürülmesidir.  1948’de İsrail Devleti ilan edilen bölgede yaklaşık sadece 150 bin Filistinli Arap kalmıştı. Filistin sorununun Arap mülteci üreten çözümsüzlüğü hâlâ devam etmektedir. Manda döneminden 2000’li yıllara gelindiğinde mülteci sayısı 4,5 milyonu bulmuştur.

            1948 Savaşı Sonrası Durum

            Ortadoğu’da eşzamanlı olarak İsrail Devleti’nin kurulması ve 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda Arapların yaşadığı büyük yenilgi sonrasında yeni bir dönem başlıyordu: “İtibarlılar”tarafından desteklenen rejimlerin siyasî hırslarında büyük artış ve radikal devrimci siyasetler.  Siyasî hırsların belli başlı üç hedefi vardı. İsrail’le hesaplaşma; bir Arap birliği ve Arap siyasî varlığı inşâsıyla Emperyalistlerin yapay sınırlarından kurtulma ve son olarak, sosyalist ilhamlı bir ulus-devletçik, sosyal mühendislik ve iktisadî gelişme ortaya koyma.

            Tüm bu hedefler, rejimi destekleyecek devasa bir bürokrasi ve silahlı güçlerde büyümeyi getirdi. Artık Ortadoğu’nun zayıf devletleri ve zayıf kurumları pek çok sıra dışı kırılganlık edinmişti. Zira bu devletlerin edindiği güç unsurları, iktidara gelen yeni tip liderlerin sınanmamış hırslarıyla karşı karşıyaydı. Zayıf devlet kurumları, sosyal problemler ve mevcut tablo karşısında hırsları sınanmamış liderler kanlı ve yıkıcı siyasetlere yol açtı.  

            Bu dönemde devrimci bir faza girmiş olan Ortadoğu ülkeleri için Sovyet modeli, en azından üç yönden uygun düşmekteydi. Birincisi, Sovyetler Birliği bizzat bu ülkelerin emperyalist efendilerine meydan okumaktaydı –ki bu kendi başına çok çekiciydi: Düşmanımın düşmanı dostumdur. İkincisi, Sovyetler Birliği özellikle de 1930-1940’larda, iktisadî ve sosyal alanlarda etkileyici bir dönüşüm gerçekleştirmişti. Bu dönüşüm sosyalist çevreleri de aşan bir hayranlık uyandırıyordu. Üçüncüsü ise Sovyetler Birliği, askerî alan başta olmak üzere iktisadî yardımlar ve yaşamsal malzemelerin bedava kaynağı demekti.

            Esasen, edinilen yeni devlet geleneklerinin getireceği ilâve zorluklar iki katmanlıydı. İlki etnik kırılganlıktı; Lübnan’daki bütünüyle kırılgan çoklu etnisite ya da Ürdün’deki Doğu Ürdün bedevîleri ile Filistinliler arasındaki kırılganlık gibi. Devletlerin zayıflıkları bu dönemde sınırlarını açtıkları çok sayıda sivil Filistinli mülteci ve 48 Savaşı sonrasında Filistin’de silahlı güçler şeklinde organize olan çeşitli direniş örgütleriyle artmıştı. Örneğin, Suriye’deki bazı Filistinli gerilla grupları Ürdün üzerinden İsrail’e girip baskınlar yapıyor; İsrail de misilleme olarak Ürdün’deki çeşitli hedefleri vuruyordu.

            Arap-İsrail sorununun günümüze dinamiklerinin, gerek Araplarda  gerekse Yahudilerde kesintisiz  bir huzursuzluk iklimi yarattığı bilinmektedir. Bu bağlamda, 1948 ve 1956 Savaşları sonrasında İsrailliler, SSCB’nin silah yardımlarıyla çok muhtemel hâle gelen ikinci bir birleşik Arap saldırısının güvensizliği, Araplar ise İsrail’in 1948 savaşındaki galibiyeti ve 1956 Süveyş Kanalı Savaşı’ndaki Mısır saldırısının bilinçlerinde bıraktığı hassasiyetle yaşadılar.  Döneme eşlik eden Nâsırcılık söylemi de Filistin’i emperyalizmin işgalcisi Siyonistlerden kurtarıp özgürleştirme vaatleriyle hassas Arap psikolojisinde milliyetçiliği alevlendirmekteydi.

            Bununla birlikte 1967 Arap-İsrail (Haziran) Savaşı’na doğru Ortadoğu Arap ülkelerinin temel meselesi İsrail tehdidinden ziyade monarşik ve sosyalist devletler arasında çıkabilecek muhtemel çatışmalardı. İsrail meselesi etrafında gelişen ittifaklar, 1960’lardan itibaren Soğuk Savaş Dönemi’nin iki büyük gücü ABD ve SSCB’nin Ortadoğu üzerindeki rekabeti ve bölgedeki rejimlerin lider ülke yaratma hırsları nedeniyle çatışma riskine dönüşüyordu.

            1967 Haziran (Altı Gün)Savaşı

            1967 baharında Suriye devletine SSCB tarafından verilen yanlış bir istihbarat; büyük, kısa süreli fakat aynı zamanda Filistin Arapları için çok daha yıkıcı bir savaşa sebep oldu. Yanlış istihbarat, İsrail’in Suriye’ye saldırıya giriştiği yönündeydi. Bunun üzerine iki taraf arasında patlak veren savaşın en ağır 6 günü Haziran ayında yaşanmış ve 11 Haziran’da ateşkes imzalanmış  olsa da Filistinli Araplar için toprak kaybı çok büyük oldu. Dahası, savaşın etkisi bir yıl boyunca artarak devam etti. Mayıs 1967’de Suriye’nin isteğiyle Mısır da savaşa dâhil oldu ve önce İsrail ile Mısır arasında tampon oluşturan Sina Yarımadası’ndaki BM bölgesini ve arkasından Akabe Körfezi’ndeki İsrail limanı Eliat’ı işgal etti. Tüm bunlar İsrail’de büyük korku ve kaygıya sebep oldu. Öyle ki askerî ve diplomatik kriz devam ettiği sırada İsrail hızlı bir şekilde Mısır ve Suriye’ye saldırı düzenledi ve birkaç saat içinde her iki ülkenin hava kuvvetlerini daha karadayken yok etti. Ürdün’ün savaşı girmesi üzerine İsrail oraya da saldırı düzenledi.

İsrail, sadece 6 gün süren savaşın sonunda 12 bin Mısır, 25 bin Suriye askerini katletti. İsrail’in yeni ve büyük bir mülteci dalgasına yol açan toprak işgali ise şöyleydi: Batı Şeria (West Bank) bölgesini Ürdün’den; Gazze Şeridi ve Sina Yarımadası’nı Mısır’dan ve Golan Tepeleri’ni Suriye’den alarak topraklarına katmıştı.  Bunun sonucunda Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri’nden kovulan yaklaşık 400 bin Filistinli, mülteci durumuna düştü. Ayrıca topraklarında kalıp İsrail işgali altında fakat kötü koşullarda yaşamak zorunda olan 1 milyon civarında Filistinli vardı.

1967 Savaşı sonrasında BM Güvenlik Konseyi 242 Sayılı Kararını yayımladı. Mısır, Ürdün ve İsrail’in onayladığı kararda, “zorla toprak kazanımının kabul edilemezliği”, mülteci sorununun çözümü gibi barış inşa etmeye çalışan bazı yanlar olsa da self determinasyon ya da topraklarına dönme haklarından bahsedilmediği için Filistinli örgütler ve Suriye tarafından kabul görmedi. Arkasından ABD Dışişleri Bakanı William Rogers’in hazırladığı Barış Planı (1970 Rogers Planı) da taraflar arasında bir geçerlilik kazanamadı. Ürdün’deki Filistinli gerillaların İsrail’e saldırıları ve İsrail’in misillemeleri devam etti.

Filistin Kurtuluş Örgütü

1948’den itibaren mülteci durumuna düşen Filistinliler arasından çıkan direniş gruplarının bağımsız faaliyetlerini engellemek amacıyla Arap Devletleri tarafından ve Arap Birliği’nin inisiyatifinde 1964’te Kahire’de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kurulmuştu. 1967 yenilgisinin ardından, Kahire’de  bulunan Filistinli eşraf tabanlı bu örgüt, Arap rejimlerinden etkisinden kurtulmaya başlayarak, daha genç ve militan Filistinlilerin katılımıyla bağımsız bir direniş örgütüne dönüştü.

1967 Haziran Savaşı’yla İsrail,  Arap devletlerine,  bölgenin baskın askerî gücü olduğunu kanıtlamıştı. Buna karşın, savaşın hızı ve etkisi, Arap askerî rejimlerinin itibarını zedelemişti. Filistin Millî Hareketi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yeni siyasî ve askerî kimliğiyle savaş sonrasının başat aktörlerinden biri olarak belirgin hâle geldi.

FKÖ şemsiyesi altında değişik siyasî ve askerî örgütler bulunmaktaydı. Yâser Arafat’ın liderliğini yaptığı el-Fetih bunlardan en büyüğü ve en önemlisiydi. Örgüt, 1950’lerde Kuveyt’te, aralarında Yâser Arafat’ın da olduğu bir grup üniversite öğrencisi tarafından kurulmuştu. 1967 sonrası faaliyet alanını Ürdün’e taşıdı. 1960’lı yılların sonlarında FKÖ operasyonlarının başlıca üssü Ürdün’dü. el-Fetih lideri Arafat, 1969’da FKÖ’nün icra komitesine seçildi. 1968’den vefat ettiği 2004 yılına kadar FKÖ’nün de liderliğini yaptı. 1970-71 yıllarında FKÖ’nün Ürdün ordusuyla çatışmaya girmesi, 1970’deki Kara Eylül gibi kanlı olaylar üzerine örgüt liderleri sınır dışı edilerek Lübnan’a gönderildi. 1975’te Lübnan’da iç savaş başlayınca FKÖ de savaşın tarafı oldu. Arkasından gelen 1982 İsrail işgali nedeniyle örgüt liderleri tekrar sınır dışına, bu kez Tunus’a gönderildi. FKÖ, 1993 Oslo Anlaşmalarının ardından 1994’te Filistin Yönetimi kuruluncaya dek Filistin halkı tarafından bir tür meşru temsilci olarak kabul edilmiştir. 1980’lerin sonuna doğru ortaya çıkan Hamas örgütü ise FKÖ’nün bileşeni değildi. Hamas’ın 2000’li yıllardaki yükselişi FKÖ’nün otoritesini zayıflatmıştır.

Ekim 1973 Savaşı ve Camp David Barış Görüşmeleri

Cemâl Abdülnâsır’ın 1970’de bir kalp krizi geçirerek ölmesi üzerine Mısır Cumhurbaşkanlığına Enver Sedat gelmişti. Sedat ABD ve İsrail’e BM elçisi aracılığıyla, 1967’de işgal ettiği Sina Yarımadası’nı geri vermesi koşuluyla İsrail’e barış antlaşması imzalayabileceği mesajını gönderdi. Barış görüşmesi talebi her hangi bir cevap bulmayınca, Enver Sedat bu kez Suriye’yi de yanına alarak hızlı bir şekilde savaş seçeneğini devreye soktu. Amacı, ABD’yi diplomatik görüşmeleri başlatmak zorunda bırakmaktı. Mısır ve Suriye güçleri, 6 Ekim 1973’te eş zamanlı olarak Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ndeki İsrail güçlerine saldırdılar. Yom Kippur bayramında gafil yakalanan İsraillilere karşı Sina’da bir tür erken zafer elde edilmişti. Buna karşın 1973 Savaşı, Sovyet destekli Arap güçlerine karşı Amerikan müdahalesini ve İsrail’e yapılan askerî yardımları artırdı. Ateşkes sonrasında, BM Genel Sekreteri Henry Kissenger’in yönettiği sınırlı anlaşmalarla İsrail’in Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’nden çekilmesi sağlandıysa da Gazze ve Batı Şeria’daki işgaller müzakerelerde ele alınmadı. Ayrıca, 1947-1976 yılları arasında yapılan görüşmelerle, İsrail ve Mısır’a yapılan ekonomik yardımlar da artırıldı.

Enver Sedat, 1977’de İsrail’e bir görüşme önerisinde daha bulundu. Arkasından İsrail’e gidip Knesset’te bir konuşma yaptı. Konuşmada Mısır’ın İsrail’le barışa hazır olduğunu söylüyordu. Arap dünyası ve tüm dünyada şok etkisi yapan bu olayın ardından yeni bir barış süreci başladı. ABD Başkanı Jimmy Carter, Enver Sedat ve İsrail başbakanı Menahem Begin’i Camp David’e davet ederek iki taraf arasındaki görüşmeleri başlattı. Taraflar iki çerçeve anlaşma üzerinde çalıştı. Bunlardan biri Mısır ve İsrail; diğeri ise Filistin sorunu üzerineydi. İlki çerçevesinde 1979 Mısır-İsrail Barış Antlaşması imzalanacaktı. İkinci anlaşma ise Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilere beş yıllık bir ara dönem için özerklik sağlıyordu. Özerklik sonrasında toprakların nihaî statüsü zaman içinde müzakere edilecekti. Camp David Antlaşması’nı sadece Mısır ve İsrail tarafından tanındı. Filistinliler ve diğer Arap ülkeleri ise özerklik koşullarını kabul etmediler. Hatta Mısır, Arap Birliği’nden atıldı ve Birliğin merkezi Mısır’dan Tunus’a taşındı. Çünkü İsrail’in 1967’de işgal ettiği bölgelerden tamamıyla çekilmesini ya da bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını kabul etmiyordu.

Birinci İntifâda ve Filistin Devleti’nin Başarısızca İlanı

İsrail’de 1980’li yıllarda muhafazakâr Likud partisinin ağırlıkla hâkim olduğu koalisyon iktidarlarında  Filistinlilere tecrit, baskı, topraksızlaştırma ve sınır dışı etme politikaları uygulanmaktaydı.  Halkın katlanılması güç koşullar nedeniyle yaşadığı gerginlikler,  Gazze’de bir İsrail askerî aracının 4 Filistinliyi kazayla öldürmesi üzerine kolayca kitlesel gösterilere dönüştü. Böylece  Tunus’a gönderilen FKÖ’nün karar vericilerinin etkisi dışında olmak üzere, Aralık 1987’de çok uzun sürecek bir halk isyanı ya da Birinci İntifâda başlamış oldu.

“İntifâda”  (انتفاضة intifāḍah) kelimesi, Arapça “nafada” fiilinden türetilmiş olup, silkelenme, kurtulma, harekete geçme anlamlarına gelmektedir. Gazze’de başlayan İntifâda hızla tüm Filistin’e yayıldı.

İntifâda’ya dâhil olan yüzbinler, sıradan insanlardı. Çoğunluğu daha önce direniş tecrübesi olmayan çocuklar ve gençlerden oluşmaktaydı. İlk birkaç yılda, çeşitli sivil itaatsizlik biçimleri uygulandı: toplu gösteriler, genel grevler, vergi ödememe, israil mallarını boykot, siyasî graffitiler çizme ve gayrı resmî “özgürlük okulları” kurma gibi. Ayrıca, İsrail askerî güçlerinin hareketini engellemek amacıyla taş atma, barikat hazırlama gibi eylemler de yapılıyordu.

İntifâda’nın faaliyetleri Birleşik Milli İsyan Liderliği (BMİL) adlı isyanları koordine eden bir örgütün şemsiyesi altındaki halk komiteleri tarafından organize ediliyordu. Bu geniş tabanlı direnişle Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yüz yüze oldukları duruma ve işgal mücadelesine beklenmedik düzeyde uluslararası dikkat çekilmiş oldu.

İsrail İntifâda’yı kırmak için güç ve şiddet kullanmayı seçmişti. 1987-1991 arasında İsrail güçleri 200’den fazlası 16 yaşın altında olmak üzere 1000’in üzerinde Filistinliyi öldürdü. İsrail  ayrıca, toplu tutuklamalar yaptı . Bu dönemde İsrail, kişi başına düşen tutuklu sayısıyla dünya birincisiydi.

1990’larda Filistinli isyan liderlerinin çoğu hapse atılmış; bu sebeple İntifâda uyumlu bir güç olma özelliğini kaybetmişti. İntifâda dördüncü yılına girdiğinde başlangıçta belirlenmiş olan silah ve bıçak kullanmama kurallarından uzaklaşılmaya başlandı ve 50 civarında İsrailli öldürüldü. Bu arada özellikle değişik FKÖ grupları ile İslamcı örgütler arasındaki rekabet nedeniyle Filistin toplumu içerisinde bölünmeler ve şiddet olayları başladı. BMİL’e ve FKÖ’ye rakip yeni örgütler ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri Hamas’tı. 1988’de kurulan Hamas, FKÖ’nün laik milliyetçiliğine karşın İslamî bir söyleme sahipti. Bir başkası 1981’de kurulan İslamî Cihad örgütüydü. Bu karmaşa döneminde Filistinli militanlar, işgal güçleriyle işbirliği yaptığı suçlamasıyla 250’den fazla Filistinli’yi katletti. Ayrıca 100 kadar da İsrailli katledildi.

İntifâda, Filistin halkının içinde bulunduğu durumun İsrail için savunulamaz olduğunu ve Filistin siyasî insiyatifinin Tunus’taki FKÖ liderlerinden işgal edilmiş Filistin topraklarına geçtiğini kanıtlamıştı. Filistinli direnişçiler, FKÖ’den, bağımsızlık mücadelesine rehber olacak net bir yol haritası hazırlamasını istedi. FKÖ’nün yönetim kadrosu bunun üzerine 1988’in sonbaharında Cezayir’de bir toplantı düzenleyerek Batı Şeria ve Gazze’de, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin Devleti kurulduğunu ilan etti.  FKÖ ayrıca, İsrail Devleti’ni tanıdığını ve terör faaliyetlerinden uzaklaştığını da belirtiyordu.

FKÖ lideri Yâser Arafat Bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulabilmesi için ABD’nin, İsrail’i işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlayacağı umuduyla tarihî bir hamlede bulunmuştu. Fakat aynı zamanda FKÖ, daha önce değişmez koşul olarak ileri sürdüğü, Filistin’i bütünüyle İsrail işgalinden temizlemek hedefinden vazgeçmiş, İsrail’i 1967 öncesi sınırları içerisinde tanıma kararı almıştı. Arafat’ın planına göre, bu hamle sonrasında gerçekleşecek müzakerelerde ABD İsrail’i 1967 sınırlarına çekilmeye razı edecek ve böylece Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü içine alan Filistin devleti kurulmuş olacaktı.

Ancak olaylar bu sonucu getirmedi. FKÖ’nün 1991’deki ABD merkezli Irak işgaline karşı çıkması nedeniyle ABD ve İsrail’den FKÖ’nün ılımlı yaklaşımına anlamlı karşılık gelmedi. Bunun yerine, FKÖ diplomatik dışlamaya maruz bırakıldı. Kuveyt ve Suudi Arabistan FKÖ’ye sağladığı finansal desteği kesince örgüt krizin eşiğine geldi.

Madrit Konferansı ve Washington Müzakereleri

Körfez Savaşı sonrasında ABD Ortadoğu’daki pozisyonunu sağlamlaştırmak için Arap-İsrail çatışmasına bir çözüm önerisi getirmek istedi. Başkanı George H. W. Bush, İsrail Başbakanı İshak Şamir’e baskı yaparak, Filistinliler ve Arap devletleri arasında çok taraflı olarak müzakerelere başlanmasını sağladı. Ekim 1991’de Madrit’te düzenlenen konferansta İsrail tarafının koşulları ABD tarafından kabul edilmişti. Buna göre FKÖ müzakerelerde yer almayacak ve Filistinlilerin bağımsız devlet talepleri bir hedef olarak doğrudan ortaya koyulmayacaktı.

Müzakerelerin sonraki oturumu Washingthon’da yapıldı. Filistinliler burada ilk kez, işgal altındaki topraklardan gelen bir heyetle temsil edildiler. Doğu Kudüs’lü Filistinliler, İsrail’in bu bölgeyi kendi toprağı sayması nedeniyle temsil edilmediler. FKÖ, ön koşul olarak toplantılara katılamamış olsalar da meseleleri Filistin heyetiyle düzenli olarak istişare ederek, danışmanlık görevi yaptılar. İsrail ve Filistin heyetleri defalarca müzakereye oturdukları halde çok az bir ilerleme sağlanabildi.

1992’de İshak Rabin’in başbakan olmasıyla Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin insanî koşulları daha da kötüye gitti. Washington müzakerelerinde bir ilerleme sağlanamaması, insan hakları saldırıları ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi’ndeki ekonomik çöküş, FKÖ’ye karşı radikal İslamcı mücadelenin büyümesine sebep oldu. Hamas ve islamî Cihad’ın İsrailin askerî ve sivil hedeflerine yaptığı saldırılar iki taraf arasındaki tansiyonu daha da yükseltti. Böylesine bir ortamda, 1993’te ilk kez intihar bombası eylemi gerçekleştirildi. İntifâda öncesinde İsrail otoriteleri, işgal altındaki topraklardaki Filistinlileri bölmek amacıyla İslamî örgütlerin gelişmesine destek olmuştu.

Oslo Görüşmeleri

Radikal İslam korkusu ve Washington müzakerelerinin çıkmaza girmesi Rabin hükümetinin 1993’te İsrail’in uzun süredir ısrar ettiği FKÖ ile müzakere etmeme kararından caymasına sebep oldu.

İsrail 1993’e kadar Filistinlileri bir millet olarak ya da çatıştığı bağımsız bir taraf olarak tanımamış; terörist bir örgütten başka bir misyonu olmadığını iddia ederek FKÖ ile müzakere yapmayı reddetmişti. FKÖ yerine Ürdün ve diğer Arap ülkeleriyle müzakereye oturmuştu. Yapılan müzakerelerde Filistin devletinin kurulması, Filistinlilerin mevcut Arap ülkeleriyle birleşme talebi ortaya çıkarabileceği için de herhangi bir sonuca ulaşılmıyordu. İsrail’in bu uyuşmaz tutumu, FKÖ ile gizli müzakereleri başlatmasıyla sona ermiş oldu.  Müzakereler 1993 Oslo Prensipleri Deklerasyonu’na  dönüştü ve Eylül 1993’te Washington’da imzalandı.

Prensipler Deklerasyonu İsrail ve FKÖ’nün karşılıklı tanınması temeline dayanıyordu. İsrail, ilk etapta Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilecek, beş yıl içinde de Batı Şeria’nın İsrail tarafından belirlenecek bölgeleri boşaltılacaktı. Toprakların genişliği, Filistin varlığının niteliği, İsrail yerleşimlerinin geleceği, su hakları, mülteci sorununun çözümü ve Kudüs’ün statüsü gibi önemli meseleler daha sonra görüşülmek üzere bir tarafa bırakılmıştı. 

FKÖ 1994’te Filistin Ulusal Yönetimi’ni kurdu. Ocak 1996’da seçimler yapıldı ve el-Fetih partisi ve Yâser Arafat kolayca birinci oldu. Takip eden süreçte Arafat’ın liderliği ve müzakerelere itirazlar başladı. Hamas intihar bombası eylemlerini devreye soktu. Bunların bir kısmı İsrail’in saldırılarına karşı misilleme niteliğindeydi. 1994’te Amerika doğumlu bir İsrailli’nin İbrahim Camii’nde ibadet eden 29 Filistinli’yi öldürdüğü katliam gibi. Bazıları ise Oslo sürecini baltalamaya yönelik gibiydi.

Oslo müzakerelerinin devamı ve tamamlanması belirsiz bir tarihe ertelenmişti. Bu arada geçen süre içinde gelen İsrail İşçi Partisi ve Likud hükümetleri zaman kazanma politikası izleyerek Yahudi yerleşimleri inşa etmeyi, işgal ettikleri topraklarda istimlak faaliyetleri yürütmeyi ve İsraillileri, Filistin bölgelerini dışarıda bırakacak şekilde yerleşimlerine ulaştıracak yollar örmeyi hızlandırdılar.  Oslo müzakereleri sonrasında imzalanan prensiplerde bunları ya da İsrail kontrolündeki bölgelerde yaşayan Filistinlilerin insanî ve vatandaşlık haklarına saldırıyı engelleyecek içerikler bulunmuyordu.

            İsrail ve Filistinliler arasındaki nihaî statü görüşmeleri sadece 2000 yılı ortalarında ciddi olarak devam etti. O zamana kadar, İsrail bir dizi geçici çekilmeyle Batı Şeria'nın %40’ını ve Gazze Şeridi'nin %65’ini doğrudan ya da kısmî kontrol ile Filistin Yönetimi'ne bıraktı. Filistin bölgeleri giriş ve çıkışları İsrail tarafından kontrol edilen İsrail kontrolündeki bölgelerle çevrildi.

            İkinci İntifâda

2000 yılında tarafların (Ehud Barak ve Yâser Arafat) sonuçsuz ayrıldığı Camp David zirvesi beraberinde işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinler, bir yandan Filistin Otoritelerinin yolsuzluklarıyla, diğer yandan maruz kaldıkları günlük hayâl kırıklıkları ve aşağılanmalarla İkinci İntifâda’nın eşiğine gelmişti.

Böyle bir atmosferde, Ariel Şaron’un 1000 kadar silahlı muhafızla Mescid-i Aksa’nın da içerisinde bulunduğu Harem-i Şerif alanındaki Tapınak Tepesi’ni ziyaret etmesi Kudüs’te geniş katılımlı gösterilerin tetikleyicisi oldu. Takip eden günlerde ortaya çıkan olaylarda onlarca silahsız Filistinli İsrail güçleri tarafından öldürüldü. İkinci İntifâda ilki gibi uzun olmaması için İsrail’in ortaya koyduğu sert ve kanlı müdahaleler şiddeti tırmandırıyordu. Kasım 2000’den itibaren radikal İslamcı örgütler ve diğerlerinin intihar bombalamaları ve silahlı saldırıları başladı.  1993-1999 arasındaki bu türden 22 saldırıya karşın 2000-2005 arasında 150 olay gerçekleşti.

            2006 Filistin Seçimleri ve Hamas'ın Yükselişi

      2005 yılının Ocak ayında, Yâser Arafat'ın ölümünün ardından Mahmud Abbas, el-Fetih partisinin desteğiyle Filistin Yönetimi'nin Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ocak 2006 seçimlerini ise İsmail Haniyeh’in aday olduğu Hamas kazandı. Ancak arkasından iki parti taraftarları arasındaki ayrılıklar ve çıkan çatışmalar neticesinde Gazze Şeridi’ne Hamas tarafından el koyuldu (2007 Haziran). Bunun üzerine Filistin Yönetimi’nin Cumhurbaşkanı ve FKÖ’nün yönetim kurulu başkanı olan Mahmut Abbas, Hamas hükümetini görevden aldı ve Selâm Feyyâd’ı başbakan olarak atadı. Hamas, bu durumu tanımadı ve böylece Filistin Yönetimi ikiye bölünmüş oldu. Batı Şeria bölgesi  Filistin Yönetimi adı altında el-Fetih tarafından yönetilirken, Gazze Şeridi’nde “Hamas Devleti” adı altında Hamas’ın  idaresi başlamıştı (2007). 

            Filistin’in Gözlemci Devlet Olarak Kabulü

        Defalarca başvurmasında rağmen Filistin’in BM’ye tam üye devlet olarak kabulü henüz gerçekleşmiş değildir. Bununla beraber Filistin 2012’de üyelik dışı gözlemci devlet olarak BM’ye kabul edilmiştir.

            Kudüs’ün Durumu

        BM'nin 1947 iki devletli planında Kudüs uluslararası bölge halinde belirlenmişti. 1948 Arap-İsrail savaşında Ürdün eski duvarlı şehir de dahil olmak üzere, önemli Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan dini bölgelerini içeren doğu Kudüs’ü; İsrail ise Kudüs'ün batı kesimini kontrol altına almıştı. 1949 ateşkes hattı şehri ikiye böldü.

            Haziran 1967'de, İsrail Doğu Kudüs'ü Ürdün'den alıp topraklarına kattı. 1981 yılında bu ilhakı yinelediler.

        İsrail Kudüs'ü "ebedi başkent" olarak görüyor. Uluslararası toplumun çoğu Doğu Kudüs’ü işgal altındaki Batı Şeria'nın parçası olarak değerlendirmektedir. Filistinliler gelecekteki Filistin devletinin başkenti olarak Doğu Kudüs'ü öngörmektedir.

            Ayırma (Irkçılık/Utanç) Duvarı

         2002 yılında İsrail Başbakanı Şaron, güvenlik gerekçesiyle İsrail ve Batı Şeria'yı ayıran 790 km uzunluğunda bir duvarın inşaatını başlattı. Duvarın büyük kısmı İsrail ve Batı Şeria arasındaki sınırı (1967 öncesi) belirleyen Yeşil Hat’ın doğusunda ve ona paralel olarak inşa ediliyor. Ancak çoğu yerde Batı Şeria’nın kilometrelerce içine girmekte. Duvarın 100 km kadarı tamamlanmış durumda ve inşaat devam etmektedir.

            Filistinliler Batı Şeria coğrafyasını bozan, yerleşimleri ve halkları ayıran bu duvarı "ırkçı duvar" ya da “utanç duvarı” olarak tanımlamaktadır.  Mevcut duvarın yaklaşık %95’inde elektronik çitler bulunmaktadır. Ayrıca, 300 metre genişliğinde devriye yolları ve gözlem kuleleri yer almaktadır.  Duvarın Kalkilya ve Kudüs çevresindeki %5’lik kısmı 8 metre yüksekliğe varmaktadır.

 

Kaynaklar:

Constitutional Struggles in the Muslim World, Completed by Emine Sonnur Özcan on January 15, 2016, 8-12 hours/week, Dr. Ebrahim Afsah, Kopenhag Üniversitesi, Coursera MOOC.

William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, Çeviri: Mehmet Harmancı, İstanbul 2008, s. 265-300, 374-406, 415-439, 546-565.

Zekeriya Kurşun, “Merkezî Ortadoğu: Suriye, Filistin-İsrail, Lübnan”, Modern Ortadoğu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 2013, s. 56-83.

Tayyar Arı, “20. Yüzyılda Ortadoğu: Sömürgecilikten Bağımsızlığa”, Orta Doğuda Siyaset, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 2013, s. 30-67.

Avi Shlaim, “Prologue”, The Iron Wall: Israel and the Arab World, W. W. Norton & Company, New York 2001, 1-27.

Siyonizm ve Irkçılık, Hazırlayan: Türkkaya Ataöv, Ankara Üniv. SBF Yayınları, Ankara 1982 : http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/140.pdf

The Emergence of the Modern Middle East - Part I-II, Professor Asher Susser, Tel Aviv Üniversitesi, Coursera MOOC.

http://www.merip.org/primer-palestine-israel-arab-israeli-conflict-new

 http://www.islamansiklopedisi.info/index.php?klme=filistin

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=260326

 

 

 

 

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...