Web Tasarım Ankara

İSLÂM- SOL PERSPEKTİFİNDE SOL VE SAĞ KAVRAMLARI

Lütfi Bergen

lutfibergen@gmail.com

02.07.2016

 

Müslümanlar arasında sağ-sol gibi kavramlar üzerinden İslâm-siyaset ilişkilerinin tanımlanmasına yönelik itiraz vardır. Onlara göre İslâm, sağ-sol gibi Batılı terim ve ideolojilerle ilişkilendirilemez. İslâm’ın bir ideolojiye “yamanması” anlamına gelecek yaklaşımlar reddedilmelidir. Oysa Müslümanlar kendi aralarında Hz. Peygamber zamanında görülmeyen fakat siyasî-iktisadî toplumsal yapıları adlandıran bir dolu ideolojik kavramı da kullanır. Örneğin, “Tekke – Tarikat”, tasavvuf ilminin öğretildiği kurum olarak İslâm’ın kendi dinamiklerinden çıkmış değildir. Tasavvuftan beslenen tarikat, bir kültür kurumu olarak İslâm toplumunda erken dönemde ortaya çıkmış ve zenginleşmeye itiraz olarak dâhil edilmiştir.  Yine hepsi de İslâm-iktisat ilişkilerinin siyasal yönelişleri olan Şia – Haricilik – Mutezile de teolojileri (ideolojileri) ve mücadele pratikleri ile İslâm toplumunun kendi tabii yapısına ait sayılamazlar. Sahabeler arasındaki iç savaşın teolojileridir. Bu üç siyasî-iktisadî teoloji de kardeşler arası kavgadan yola çıkarak bir toplum biçimlenmesi teklif etmektedir.

Bir siyasi-iktisadî fikrin Batı’dan ya da Doğu’dan İslâm toplumuna gelmiş olması başlı başına ret sebebi sayılamayacaktır diye düşünmekteyiz.

Diğer taraftan Müslüman olduğu halde mülkiyet ve emek konusunda değişik siyasal-içtimai tutumlara sahip kişi ve toplulukları tefrik edecek kavramlara muhtacız.

“Batının tekniğini alırken sınıflarını almadık” diye düşünen Müslümanlar bulunmaktadır. Bu yaklaşım doğru değildir. Müslümanlar sınıf meselesiyle kaçınılmaz olarak karşılaşmak ve hesaplaşmak zorundadır diye düşünüyoruz.

Çünkü “Her mahallede bir milyoner olmalı” zihniyeti, emeğiyle çalışmak zorunda kalan Müslümanların, Müslüman milyonerlere ücretli-kiracı-işçi-maraba-ırgat olmasını da bilerek ya da bilmeyerek istemektedir. Bu durumda “Her mahallede bir milyoner olmalı” diyen Müslüman siyasetine karşı emek sömürüsünü reddeden bir siyasetin doğacağı kaçınılmaz sayılmalıdır.

Fakat biz emek sömürüsüne karşı çıkarken endüstriyel toplumun mantığıyla geliştirilen söylem ve pratikleri de sürekli eleştirmekteyiz. Bizim mesele ettiğimiz kavramsal alan başkadır.

İslam-sol ilişkisini yazanlar meseleyi “eşitlik” kavramı içinde ele almaktadır. Bizim yaklaşımımızda sosyalizm, “eşitlik” söyleminden başka bir alanda durmaktadır. Biz kapitalizmden bahsederken “patron & işçi”, “ezen & ezilen” kavram çiftlerinden hareket ediyor değiliz. Dolayısıyla mevcut sol söylemin özel mülkiyetin tamamen tasfiye edilip emekçinin üretim yaptığı fabrikalara ortak/hissedar edilmesi ya da bu mülkiyetin devlet tarafından işletilmesi teklifleriyle uyumlu bir mücadele fikri taşımamaktayız.

Bize göre kapitalizm 18. yy’da Batı’da gelişmiş endüstrinin biçimlediği toplum yapısının üretim biçimi de değildir. Kapitalizmi pek çok yazımızda da ifade ettiğimiz üzere “tekasür” kavramı içinde görüyoruz. Örneğin Kilise’nin feodal toplumdaki servet temerküzünü de “Kilise kapitalizmi” sayıyoruz. Servetin belli ellerde biriktiği her toplumda tekasür kavramı kendisine uygun bir kapitalizm üretir, diye düşünüyoruz.

Bu düşünce, Ed-Din anlamında İslam’ın –ki bu Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e gelen bütün resul ve nebilerin dinidir- kapitalizmi (tekasür’ü) reddettiği yargısından hareket etmektedir.

Sosyalizm ile ed-din arasındaki müşterek alan da ed-din’in tebliğini güçlülerle yürütememesi ve “yoksulların dini” olarak reddedilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Onun için örneğin Nuh’a şöyle deniliyordu: “Sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” (11 Hûd 27). Nuh’un cevabı şöyle olmuştur: “Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım” (26 eş-Şuara 14-15). Nuh, zenginlere dine davet etmekte ısrar etmekteydi: “Kavminin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz” (11 Hûd 38). Nuh (as), davetinde ısrar edince, egemenler sertleşmiş ve onu tehdit etmişlerdi: “Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın, dediler” (26 eş-Şuara 116). Kur’an, Nuh’un kendi toplumunda azınlıkta kaldığına da işaret etmektedir: “Pek az kimse onunla beraber inanmıştı” (11 Hud 40). Azlık meselesi mevcut sol ile önemli bir ayrışmadır. Tekasürü reddettiği ve toplumun fakirleri içinde yayıldığı halde din bir kitle hareketi haline dönüşemiyor. Sanıyorum İslâm-Sol ile Batı’da endüstrinin gelişmesiyle zuhur eden “sol-sosyalizm” arasındaki önemli fark kitle hareketleriyle ilgilidir. Aşağıda Engels’ten yaptığım alıntıda da görülecek ki, endüstri toplumlarda ortaya çıkmış sosyalizm meseleye “kitle hareketi” görüyor. İslâm ve sol ilişkisinde kavranması gereken husus Kur’an’ın beyanıyla Nuh’un mücadelesinin bir kitle hareketine dönüşmediği gerçeğidir.

Yine de “Sosyalizm”, Âdem’den bu yana insanlığın İslâm’ı arayışı oldu. Vahiyle muhatap olmuş insanlar peygamberler öldükten sonra onun getirdiği değer ve ilkelerden esinlenerek söylem üretebildiler. Yani sosyalizm, yitirilmiş İslâm’ın, peygamberi kaybedilmiş toplumlara geri çağrılması çabasıydı. Bunu başarmak başka bir mevzuudur.

Engels’in yaklaşımıyla ilk Hıristiyanlar ilk sosyalistlerdi. (İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı- Din Üzerine içinde, Sol Yayınları, 1976). Engels’e göre “İşçi hareketi gibi Hıristiyanlık da, başlangıçta ezilenlerin hareketiydi (…) İşçi sosyalizmi kadar Hıristiyanlık da, kölelikten ve yoksulluktan gelecekte bir kurtuluşu bildirirler; Hıristiyanlık bu kurtuluşu öte dünyaya, ölümden sonraki bir yaşama, gökyüzüne bırakır; sosyalizm, kurtuluşu, bu dünyaya, toplumun bir dönüşümüne yerleştirir” (Engels, 1976: 316). Böylece Engels, Ortaçağdaki bütün yığın hareketleri ve ayaklanmaların zorunlu olarak dinsel bir maske taşıdığına da işaret etmektedir. Şöyle yazar: “Renan, ‘Eğer ilk Hıristiyan toplulukları hakkında bir fikir edinmek istiyorsanız, Uluslararası Emekçiler Birliğinin yerel bir bölümüne bakın’ sözlerini söylemeden çok önce, Fransız devrimci komünistleri ve Weitling ve kendilerine katılanlar, ilkel Hıristiyanlığı övdüler” (Engels, 1976: 318).

Engels bu makalesinde ilkel Hıristiyanlığın iç örgütlenmesinin Roma iktidarının askerî gücü, hukuku, vergileri toplama aygıtı ile yıkıldığına işaret etmektedir. O, ilk Hıristiyanları hem “devrimci” ve hem de “ezilenler” tabakasını oluşturan kitleler olarak kodlamıştı: “İlk Hıristiyanlar hangi insanlar arasından çıkmışlardır? Devrimci bir öğeye uygun olduğu gibi, temel olarak halkın en aşağı tabakalarına ait “emekçiler” ve “ezilenler” arasından” (Engels, 1976: 333). Yine O’na göre zamanın Hıristiyanlığı “İznik Meclisi tarafından kararlaştırılmış evrensel dinden bin fersah ötedeydi; o zamanın Hıristiyanlığını, evrensel din içinde tanımak olanaksız. Daha sonraki Hıristiyanlığın ne iman esaslarına, ne de ahlâk bilimine orada rastlanmıyor; buna karşılık, bütün bir dünyayla mücadele içinde olunduğu ve bu mücadeleden zaferle çıkılacağı duygusu var; bu, günümüzdeki Hıristiyanlarda bütünüyle kaybolmuş ve artık sadece toplumun diğer kutbunda sosyalistlerde rastlanan kavgacı bir kızgınlık ve bir kazanma inancıdır. Gerçekte, başlangıçta avantaja sahip olan bir dünyaya karşı mücadele (…) Hıristiyanlarda ve sosyalistlerde ikisi için de ortak bir mücadeledir. İki büyük mücadele de şefler ve peygamberler tarafından yapılmamıştır; bunlar kitlelerin hareketidir” (Engels, 1976: 329-330). Engels, bu şefsiz kitle hareketlerinin Roma gücünün karşısında dayanamadığına işaret eder. İlk Hıristiyanlar mücadeleleri “eli kulağında” olarak tasarlıyordu. Sonraki dönem Hıristiyanlarının Roma gücüne karşı her direnişi umutsuzdu. Birbirinden ayrılan ya da karşıt çıkarları olan bu değişik insan grupları için ortak bir çıkış noktası bulunmalıydı; tek bir büyük devrimci hareketin bunları kucaklaması gerekiyordu. Roma’nın buna izin vermediğine işaret eder. Engels’e göre, “Kurtuluşun öte dünyada olduğu” konusunu iman esası sayan bir görüş de Hıristiyanlığa sokulmuştur (Engels, 1976: 318).

Bu metin Hıristiyanlığa İznik’te yapılmış bir müdahaleden bahsederek Marksizmin dini üstyapı kurumu olarak değerlendiren yaklaşımından uzaklaştığı hissi vermektedir. Çünkü Engesl’in bu makalesinde ilk Hıristiyanlar Roma düzeninin (üretim biçiminin) koruyucusu olarak değil ezilenlerin kitle hareketi olarak boy gösterirler. Dolayısıyla Engels’ten hareket edersek Marksizmin dini üstyapı kurumu olarak görmesine neden olan etkenin Kilise olduğu söylenebilecektir. Bu durumda İslâm’ın “Kilise-Sınıf”a uğramamasının Türkiye Marksistleri tarafından değerlendirilmediği ortaya çıkmaktadır. İslâmî toplumlarda Kilise de ruhbanlık da bulunmamakta ve Müslümanlar tıpkı Engels’in “ilkel Hıristiyanlığın iç örgütlenmesi” dediği bir tarihsel an’da yaşamaktadır.

Dolayısıyla sosyalistlerin Müslümanlarla ilişki geliştirmemesi İslam toplumlarında Müslümanların kentleşerek dinsizleşmelerini (proletaryalaşmanın dinden uzaklaşmayı sağlamasını) beklemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu, sosyalistlerin tarihin hükmünü gerçekleştirerek Batı-dışı toplumları Batılı toplumlara dönüştürmesini beklediklerini gösterir. Sosyalistlerin “Godot’u beklemelerini” bir tür hurafe sayıp geçmek gerekmektedir.

İslâm-sol ilişkisini insanın insana kul olmaması meselesinden hareket ederek ele almaktayız. “İnsan için emeği vardır” yahut “mülkiyet şirktir” diyerek işçici sapmaya uğrayan endüstriyel ya da kentsel sol’dan tefrik edilmesi gereken bir zemindeyiz.

İslam-sol Allah’ın insana verdiği nimetlere haset ederek kendini tanımlamaktan vazgeçmelidir. Şahsi mülkiyet İslâm ile çatışmamaktadır. Allah nimetlerini dilediğince dağıtır. Allah dilediğinin toprağına her başağında 100 dane olan yedi başaklı mahsul verir. Dilediğinin toprağına ise kıtlık gönderir. Allah Sameddir. Adalet kavramını eşitlik olarak anlayan İslâmcılık, kavram kargaşasına savrulmaktadır.

Zamanımızın Müslüman’ı da sosyalisti de sağcılıktan kurtulamamaktadır. Günümüz kurumları emek ve değer istismarı yapmaktadır. Bizim teorileştirdiğimiz İslam-sol, mülkiyeti sosyal devlet ya da işçi sınıfı adına kamulaştırarak bölüştürmeyi hedef alan yaklaşımları “sağcılık” saymaktadır. İnsanın insan tarafından emek, gelenek adına metalaştırılması sömürü düzeni kurmaktadır. İnsanın bedenini cinsel olarak metalaştırması da sömürüdür. Marksizm tasavvur ettiği topluma proleterya diktatörlüğü ile gidileceğini teklif ettiği anda sağcılaşmıştır.

Hürriyet her istediğini yapabilmek değildir. Hürriyet, insan-insan ilişkisini istismar etmeden, kul hakkında girmeden yaşayıp ölmek mücadelesidir. Teorimizde “kula kulluk mekanizmaları sağcılıktır.” Hz. Ali: “Sakın ha! Allahın özgür kullarını köleleştirmeyin”, derken sadece emek sömürüsüne yönelmiş bir söylemden hareket etmemekteydi. Allah’a kul olan, kula kul olmamalıdır. Bu perspektiften de anlaşılacağı üzere insana ait değerleri istismar eden Marksistler sağcılaşabileceği gibi Müslümanlar da sağcılaşabilir. İnsan, “La ilahe İllallah” demekle hür olamayabilir. Emeği sömürülenler, değerleri istismar edilenler nedeniyle insanların “hür” olamadığını da görüyoruz.

Bu teoriye göre biri diğerine emir verirken öğretmek yahut biri ile diğeri arasındaki sözleşmeyi yerine getirmek için değil, nefsini onun nefsinde yüceltmek için hareket etmişse sağcıdır. Bir doçentin çantasını asistanına taşıtması sağcılıktır, asistanın emeğinin sömürüsü, doçentin statüsünü dayatmasıyla ortaya çıkmakta ve kendine iktidar üretmektedir.

İnsan tabiatında hazır bir hürriyet vardır. İnsanın bu hürriyeti “mücadeleci özgürleşme” ile kesbettiği fikrine katılamayız. Fakat insanın hürriyetini esir edilmişlikle kaybettiği ileri sürülebilir. İnsanın esirliği kendi nefsinin hegemonyasına kapılmaktan doğabileceği gibi kendi dışındaki bir varlığın boyun eğdirme tavrından gelebilir.

İnsanın başka bir varlığa boyun eğmesi Türkiye’de İslam-Sol ilişkileri açısından değerlendirilmemiştir. İnsanı insana boyun eğdiren siyasal-iktisadi-içtimai kurumlar kaçınılmaz olarak “sağ” olarak kavramlaştırılmalıdır. İnsan bu sağcılıktan kurtulmak çabasında solda kalır.

İnsanın sağcı ya da solcu oluşu onun kurumlar karşısında konumlandığı zeminde ya da tutumda belirginleşir. Bu perspektifte solculuk devlet-toplum-iktisadi kurumlarla kapışmak değil bu kurumların insanın emek ve ruhaniyetini istismarına direnmekle ilgilidir. Bir kurumsal yapı emek sömürüsü yapmaktaysa sağcıdır. Bir kurumsal yapı duygu-değerlerin ya da ahlâkî tavırların istismarından varlık buluyorsa sağcıdır. Sağcılık her yerde ve zeminde çıkabilir. Bir şahıs ideolojik yönelişinde solcu olduğu halde evinde eşiyle ilişkisinde sağcılaşabilir. Sağcılık, kurumsal iktidar inşa eder ve ilişkilerin bu iktidara göre biçimlenip muhafazasını dayatır. Yine sağcılık toplumun her biriminde yeniden doğabilen bir marazdır. Her kişi, her zeminde duygu-emek-değer sömürüsü yapabilir ve muktedir olabilir.

Anlaşılacağı üzere İslam ve sol ilişkilerini endüstriyel sosyalizmin kavramları içinde görmüyoruz. İslam-Sol işçici değildir. Uvriyerizm kavramına sıkıştırılamaz. Gerçekte işçi sömürüsüne evrilmiş sendikalar da sağcı sayılmalıdır. “Yönetici işçi & yönetilen işçi” kategorileri kurmaktan başka yol bulamayan sendikalar sağcılık riski altındadır. Sağcılığı sermaye sınıfına, servet birikimine özgülemediğimiz anlaşılmalıdır.

Çocuğunun başını okşamayan bir babanın evladından su istemesi sağcılıktır. Bu, babalığın sömüren bir otorite, bir kurumsal yapı olmamasının gereğidir. Çocuk-baba ilişkisinde çocuk da sağcı olabilir. Babasını sömüren öğrenci, öğrenciliğini statüleştiriyorsa “sağcılık batağına” düşmüş sayılmalıdır. Buna göre, “sağcılık”, duygu-ahlâk-değer-gelenek gibi vicdanî aidiyetleri sömüren iktidar sistemleridir.

Marksistlerden ayrı olarak kurumlara nazarımız farklıdır. Aile bir kurumdur bu kurumu savunmak sağcılık değildir. Bu kurumun iç işleyişinde iktidar doğuran sömürü düzeni ise sağcılıktır. Bir öğretmenin sınıftaki konumu da sağcılık değildir. Öğretmenin öğretme gayesinden saparak iktidar üretmesi sağcılıktır. Öğretmenin öğretimi için gerekli olduğunda 1 bardak su istemesi sağcılık olmaz. Öğretmen, şahsi amaçları için su isterse bu sağcılık yani iktidar üretmektedir. Sağcılık, insan-insan ilişkilerinde işin gereği olan amir-memurluğu terk edip her alanda iktidar/yönetilen ayrıştırmasına dönüştüren eylemlerle ortaya çıkar ve kurumlaşır.

Türkiye’de İslam-Sol ilişkilerinin “insanın insana kulluğu” meselesi içinde değerlendirilmediğini düşünüyoruz. Müslümanlar İslam-Sol ilişkileri hakkında fikir üretirken Marksist olmak zorunda değildir. Marksizmin endüstri ilişkileri içinde işçi merkezli toplumsal dönüşüm ütopyasının kapitalizmin kendi dönüşümü ile açığa düştüğü ortadadır. Batılı düşüncenin “tarih”e yüklediği anlamlar gerçekleşmemiştir. Tarihin pozitivist topluma doğru ilerlediği fikri de, proletarya toplumuna ilerlediği savı da doğrulanamamıştır.

Marksistler kendi inandıkları tarihin gerçekleşeceğine dair geliştirdikleri tutucu refleksle “sağcı” duruma düşmektedir. Sağcılık bir ideolojiye, inanca, mevkiye, servete dayanarak insanlar üzerinde efendi (Kilise) olmaktır. Marksistler kendi toplumlarında işçi ve ezilen tabakalar üzerinde ruhbanlaşarak piramidal bir yapı kurmanın ve tarihe ideoloji ile yön vermenin afyonunu yutturmaya çalışmaktadır. Hurafeyle gelen tüm yapılarda sağcı reflekslerin doğması beklenmelidir.

Sosyalizm-din konusu toplumun rehberlerine bir konum vermektedir. Örneğin, Somuncu Baba ekmek üretip elinin emeğini yerken solcudur. Bir şeyh okunup-üflenmiş su satarken sağcıdır. İnanç-ideoloji-ahlâkî değerler kullanılarak iktidar üreten mekanizmaları “sağcı” görüyoruz. Bu mekanizmalara hizmet edenleri “ruhban” sayıyoruz. İslam-Sol, kurumsal yapılara “sömürü mü üretiyor halka hizmet mi üretiyor?” sorusundan bakmaktadır. İki kişi arasında sözleşmesel bir ilişki varsa bu görev paylaşımı sağcılaşmaya uğramaz. Görev paylaşımının angarya emeğiyle iktidar üretmesi sağcılığa kapı açacaktır. Çoğu kişi, emeğinin angarya kapsamına girdiğinden habersiz kalarak birilerinin kendi aleyhine zengin ve muktedir olmasına hizmet eder.

Sol olduğunu iddia eden kurumsal yapıların tamamı kendi iç işleyişlerinde istismar ve iktidar ürettiği oranda sağcılık tehdidi altındadır. İslâm-Sol, yöneten-yönetilen ilişkisini reddetmez; bu ilişkinin efendi-köle ilişkisine dönmesine direnir. Kiminin emeği sömürerek elde ettiği serveti toplumun istifadesinden kaçırdığı ve kimilerinin de ortak nimete erişmekten men edildiği bütün yapılar sağcıdır. Fakat bu yaklaşım servetin ilahi bağışla irtibatını kesmemektedir. Buna göre bir kadının mehirle servet edinmesi, bir çiftçinin arka arkaya bereketli mahsuller alarak zenginleşmesi, Hızır-Musa kıssasında çocukların duvarın altındaki hazineye ilerde kavuşacak olması emek istismarına dayanmamaktadır. İslâm-Sol zenginliğe değil, zenginlikten efendi-kul ilişkisi çıkaran zihniyet ve kurumsal yapılarla tartışmaktadır.

 

 

-       Engels Friedrich, İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı- Din Üzerine içinde, Sol Yayınları, 1976

 

 

 

 

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Lütfi Bergen