Web Tasarım Ankara

KRİZ OLMADAN ASLA!

Kürşad Atalar

mkatalar@hotmail.com

03.06.2016

           

Türkiye’de ana akım (mainstream) medyanın işlevi nedir? Doğruları konuşmak mı yoksa kitleleri manipüle etmek mi? Bu sorunun cevabı benim için belli: dünyada ana akım medyanın işlevi neyse, Türkiye’de de ondan farklı değildir!

Çünkü ana akım medya, ‘iktidar ilişkileri’nden bağımsız değildir. Etkili bir araçtır; o nedenle, iktidar sahipleri, bu önemli aracı kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isterler. Ve bunu büyük ölçüde de başarırlar!

            Peki, ana akım medyanın dışında kamuoyunun bilgi edinebileceği bir kaynak yok mu? Tabii ki var. Buna ‘marjinal medya’ diyebiliriz. Daha doğrusu böyle söylememiz gerekir. Çünkü ‘kurulu düzen’in (establishment) belirlemiş olduğu meşruiyet sınırları içerisinde, marjinal medyanın ‘genel kitle’yi etkilemesine izin verilmez. Bu, popüler tabirle, “demokrasinin, demokrasi düşmanlarınca yok edilmesine seyirci kalınması” anlamına gelir! Hiçbir iktidar sahibi, kolay kolay iktidarından vazgeçmeyeceği için, demokratlar da böyle bir izni ‘düşmanları’na (yani hakiki ‘muhalefet’e) vermezler.

            Ama bu ‘demokrasi teorisi’ ile çelişmiyor mu? Evet, çelişiyor. Ama hakikat de bundan başkası değildir. Buna ‘iktidarın dayanılmaz hafifliği’ diyebiliriz.

Başka bir ifadeyle, ‘iktidar ilişkileri’ ‘demokrasi teori’sinin oyununu bozar!

            O bakımdan, ana akım medya, hiçbir ülkede kurulu düzenin ‘kırmızı çizgileri’ni aşacak bir ‘yorum’da bulunmaz, bulunamaz. Bu, onun ‘varlık nedeni’ni inkar olur.

            Ama manipülasyon yapabilir. Bir gerçeği anlatıyormuş gibi yaparak, onu çarpıtabilir.

            Bu yüzden, özellikle de ‘ulusal’ televizyon ve radyolarda bir haberi veya yorumu dinlerken dikkatli olunmalıdır. Çünkü bu haber veya yorumda mutlaka ‘kurulu düzen’in hassasiyetleri gözetilmiştir veya gerçeklik (Baudrillard’ın söylemiyle ifade edecek olursak) ‘simüle’ edilmiştir!

            Bu husus, en net şekilde ‘siyasi yorum’ alanında karşımıza çıkar. Burada ana akım medyanın ‘duayen’i olmuş gazeteci ve programcılar, konu hakkında bir ‘uzman görüşü’ne başvurarak, siyasi gelişmeyi yorumlatırlar. Bu yorumda genellikle gerçeklikten bir pay bulunur, ama gerçekliğin kendisi (yahut ‘doğru yorum’) yoktur. Burada, gerçeklik, kurulu düzeninin hassasiyetleri gözetilerek kitleye sunulmuştur.

            Buna dair geçmişten ve günümüzden birçok örnek verebilirim. Ama gerek görmüyorum. Çünkü bu husus erbabınca iyi bilinir!

            Ama yakın zamanda televizyon ekranlarında şahit olduğum bir tartışmadan bahsedebilirim. Programda, son ekonomik veriler ışığında Türkiye ekonomisinin durumu ele alınıyor ve konunun uzmanı kişiler ihracat verilerini değerlendiriyorlar. Buna göre, Türkiye, yüzde 3 civarında ‘ileri teknoloji’ ürünü mal ihraç ediyor, ama aynı ürünlerden yüzde 16 civarında ithalat yapıyor. Bu ve başka rakamları yorumlayan ‘uzman’ ekonomist sonuçta şu yorumu yapıyor: “ekonomi açısından bu tablo olumlu bir görünüm sunmuyor; bunun düzelmesi için reel ekonominin güçlendirilmesi gerekir. Bunun için ise, ‘üretim’e dayalı reformlar yapılmalıdır. Fakat on yıllardır bizim ülkemizde bu yapılmıyor. Biz reel ekonomide reformu ancak ‘kriz’ olduğunda yapıyoruz. Yani ancak hastalık kapıya dayandığında doktora gidiyoruz!”

            Bu yorumda ne var? İktisatçı gözüyle yapılmış bir durum tespiti ve bir yorum var. Fakat daha ötesi yok. Yani ‘hastalığın’ nedenleri üzerine bir değerlendirme yok. Bu durumun müsebbiplerinin kim olduğuna veya konunun kurulu düzenin hassasiyetleriyle ilişkisine dair bir sorgulama yok. Neden yok? Çünkü ana akım medyanın görevi bu değildir! Ana akım medya, meselenin (veya meselelerin) bu boyutuyla ilgilenmez. Bu, onun ‘görev alanı’na da girmez!

            Ama bu yorumcunun bıraktığı yerden biz devam edebiliriz!

            Ve soruyu şöyle sorabiliriz: Türkiye’de reformların ‘kriz kapıya dayandığında’ yapıldığı hususu sadece ekonomi alanına ilişkin bir olgu mudur yoksa bunu diğer alanlar için de düşünebilir miyiz? Örneğin, Türkiye’de ‘siyaset alanı’nda da ancak benzer bir durum olduğunda mı ‘reform’ yapılmaktadır?

            Birçoklarınızın aklına, ülkede yapılan ‘askeri darbeler’in veya son ‘başkanlık sistemi’ tartışmalarının geldiğini biliyorum! Haklısınız da. Sorunun cevabı için, bu ‘örnek-olay’ların konu bağlamında değerlendirilmesi gerekir.

            12 Eylül darbesine bakalım. Kimilerine göre, darbeden önce, siyasiler görevlerini yerine getiremez olmuş ve ülkede anarşi almış başını gitmişti. Askerler, ‘yönetim krizi’ni çözmek için darbe yapmak zorunda kalmışlardı. Hakeza son ‘başkanlık sistemi’ tartışmalarında da benzer bir durum var. Siyasetçiler bir türlü oturup yeni bir anayasa yapmak hususunda anlaşamıyorlar. Hal böyle olunca da, cumhurbaşkanı mecburen elini masaya vuruyor ve ‘fiili’ durumun yasalaşması gerektiğini söylüyor!

            Yani, biz meselelerimizi “kriz olmadan” çözemiyor muyuz?

            Öyle gibi görünüyor. Ağustos Depremi olmadan, deprem vergisi çıkaramıyoruz, döviz krizi olmadan 5 Nisan Kararları’nı alamıyoruz, ‘darbe’ olmadan yeni anayasa yapamıyoruz…

Bunu bir durum tespiti olarak kabul edebiliriz. Ama burada takılıp kalmamalıyız ve ardından şu soruyu da sormalıyız:

Peki, bunu neden yapamıyoruz? Niçin kriz olmadan sorunlarımıza çözüm bulamıyoruz?

Ekonomi programındaki yorumcu diyor ki: “bizim patronlarımız, holdinglerimiz, ameliyat masasına yatmadan önce koruyucu tedbir almıyorlar.”

Durum tespiti anlamında bu da doğrudur. Fakat bu değerlendirmede ‘niçin?’ sorusunun cevabı yoktur. Yani yorumcu ‘hasta’ olduğumuzu kabul ediyor, ama bunun nedenlerini tartışmıyor.

Halbuki asıl yapılması gereken budur. Ama işte ana akım medyaya hakim olan kurallar buna izin vermiyor. Çünkü orası netameli bir alandır!

Evet, Türkiye’de gerek ekonomi alanında gerekse siyaset alanında niçin “kriz olmadan” ciddi bir şey yapılamıyor?

Bu sorunun cevabı, uzun izahlar ister.

Ben kendi cevabımı kısaca şöyle vereyim: Türkiye’de hiçbir şey ‘sahici’ bir şekilde yapılmıyor da ondan! Yani bu ülkenin iş adamları da siyasetçileri de ‘sanal’dır da ondan!            Örneğin siyaset, Türkiye’de ‘sahici’ bir şekilde mi yapılıyor? Hayır, yapılmıyor. Eğer yapılsaydı, tanım gereği, halkın ‘çıkarları’nın siyaset alanında sahici bir şekilde temsil edilmesi gerekirdi. Çünkü tanıma göre, siyaset, ancak tabandaki taleplerin siyaset alanında gerçek manada karşılığının olması durumunda söz konusudur. Bu talepler, ekonomik de olabilir, ‘ideolojik’ de olabilir!

Türkiye’de ideolojik gruplar, taleplerini siyaset alanında serbestçe ve hiçbir baskı altında olmadan dillendirebiliyorlar mı?

Mesela ‘İslamcılar’, düşüncelerini rahatlıkla ifade edebiliyorlar ve tüzüklerinde ‘karartma’ yapmadan (yani siyasi bir parti olarak) var olabiliyorlar mı? Başka bir ifade ile, ülkede şeriatın üstün olduğuna, İslam’ın hayatın her alanında hakim olması gerektiğine inanan ve bu inançlarını siyaset alanında da yaşamak isteyenler Şeriatçı Parti kurabiliyorlar mı?

Diyeceksiniz ki, “Komünist Parti var ya!” İyi ama bunu, Türkiye’de “her ideolojik grubun siyaset alanında temsil edildiğinin” delili olarak göstermek mümkün mü? Çünkü biliyoruz ki, komünizm artık bu ülkede ‘tehdit’ olmaktan çıkmıştır! (Veya öyle olduğuna inanılmaktadır!) Küresel olarak ‘kullanılma tarihi geçmiş’ bir ideoloji adına kurulan bir partiyi (adı ‘Komünist’ de olsa) ülkede siyasetin ‘sahici’ bir şekilde var olduğunun kanıtı olarak sunmak herhalde inandırıcı olmaz!

Peki, siyasetin ‘sanal’ olduğu yerde ne olur? İnsanlar, idealleri için değil, ‘pozisyonlar’ için siyaset yaparlar! Bunun sonucu da, ikiyüzlülük, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, vs. olur.

Bu ülkede ekonominin durumu da farklı değildir. Holdingler ve onların patronları ‘reel ekonomi’nin değil, daha çok ‘rant ekonomisi’nin (veya ‘finans ekonomisi’nin) kurallarına uymayı önceliyorlar. O yüzden, ameliyat masasına yatana kadar ‘koruyucu tedbir’ almıyor ve kısa vadeli kazançlar peşinde koşuyorlar.

İşte bu tablo şu gerçeği gösteriyor: bu toplum ‘hasta’dır!

Kabul edilmesi gereken gerçek budur.

Ve bu toplumu bu hastalığından kurtarmak gerekir. Eğer bu yapılmazsa, bu ülke hiçbir ‘ciddi’ sorununa çözüm bulamaz.

Bu itirafı cesaretle yapmamız ve çözümü için de ‘sahici’ bir entelektüel, toplumsal ve siyasi çaba göstermemiz gerekiyor.

Bakınız, Ruslar, 70 yıllık komünizm tecrübesi yaşıyorlar; ama sonra kalkıp: “yanlış yapmışız, bundan geri dönüyoruz” diyebiliyorlar! Ama biz ne Doğulu olabiliyoruz ne Batılı. Avrupalılar, Din Savaşları döneminde birbirlerini kırıp geçiriyorlar, fakat sonra ‘laiklik’ diye bir çözüm buluyorlar ve onun üzerinde uzlaşma sağlayabiliyorlar. Biz ise, örneğin ‘din meselesi’ni (veya ‘Alevi meselesi’ni yahut ‘Kürt Meselesi’ni, vs.) onyıllar boyunca görmezden geliyoruz ve bir süre sonra aynı sorun nüksettiğinde ne yapacağımızı bilemiyoruz. Baskı yöntemleriyle sorunu çözebileceğimizi sanıyoruz.

Yani yapılması gerekeni yapmıyoruz, sorunu ötelemeyi ya da soruna gözümüzü kapamayı tercih ediyoruz.

Yapılması gerekeni yapmadığımız için de, sorunlar bir süre sonra birikiyor ve ‘kriz’ halini alıyor. Buna karşı bulduğumuz çözüm ise, kuzular gibi ‘ameliyat masasına yatmak’ oluyor!

Tabii bu da derde derman olmuyor. Çünkü bünye sürekli hastalık üretiyor. Kötü hücreleri ameliyatla temizliyoruz, ama bir süre sonra kanser tekrar nüksediyor!

Doğal olarak bu gidişin sonunun ne olacağı bellidir!

Dolayısıyla, o son gelmeden önce bizim bir şeyler yapmamız gerekiyor.

Bana göre, yapılması gereken, sorunu önce ‘kabul’ etmek, sonra da cesaretle üzerine gitmektir!

Bendeniz bu noktada, ‘temsil sorunu’nun hallini önemli bir dönemeç noktası olarak görüyorum. Ve çözüm için, (bir ilk adım olarak) her ‘siyasal’ talebin siyaset arenasında sahici bir şekilde temsiline izin verilmesini öneriyorum.

Yani diyorum ki, eğer bu ülkede, hangi düşünce veya anlayıştan olursa olsun, insanlar (İslamcı, Kürtçü, Türkçü, Komünist veya Radikal), fikirlerini serbestçe ifade edebilecekleri siyaset kanalları bulabilirlerse, ‘sahici’ çözüme ulaşabiliriz. Çünkü o zaman ‘siyaset’ sanal değil, gerçek olacaktır. İnsanlar, ‘pozisyon’ için değil, ideallerini gerçekleştirmek için canhıraş çalışacaklardır. Bu da zaman içerisinde öyle veya böyle bir ‘çözüm’ü ortaya çıkaracaktır.

İlk tecrübeler hatalı olabilir. Olsun. Ama yeter ki tecrübe olsun! O da bir yöntemdir. Zira o zaman toplum “deneye yanıla” çözümü bulmuş olur!

Ama siz diyeceksiniz ki, “Türkiye’de zaten partiler var ve bunlar toplumun ‘siyasi’ taleplerini temsil ediyorlar.”

Acaba, öyle mi? Hiç sanmıyorum.

Çünkü bu ülkede siyasetin “izin verilmiş sınırlar içerisinde” yapıldığı herkesin malumudur.

Bunun böyle olduğunun kanıtlarından biri de, gençliğinde ‘İslamcı’, Marksist veya Kürtçü olan bir kişinin, izin verilen sınırlar içerisinde siyasi faaliyet yürüten bir partiye girdiğinde tavrının ve söyleminin değişmesi, yumuşaması ve başkalaşmasıdır!

Kişi aynı kişidir; ama sözler sanki farklı ağızlardan çıkmaktadır!

Bunun adı, din terminolojisinde ‘münafıklık’, günlük kullanımda ‘iki yüzlülük’tür.

Bu durum değişmelidir ve insanlar inandıkları şeyi, gençliklerinde de ihtiyarladıklarında da söyleyebilmelidirler.

Bir ülkede insanlar, evlerinde konuştukları şeyi, meclis kürsüsünde söyleyemiyorlarsa, orada ‘temsil’ noktasında sorun var demektir.

Ve bu sorun çözülmeden, ülke sorunlarının halli de mümkün değildir!

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Kürşad Atalar