Web Tasarım Ankara

 KUDÜS İNTİFADASI, TOPRAK GÜNÜ VE FİLİSTİN’İN ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ

Levent Baştürk

 

Suriye savaşının yol açtığı yıkım ve küresel ve bölgesel aktörlerin bölgenin geleceğini şekillendirmek amacıyla dikkatlerini bu ülke üzerine yoğunlaştırmaları Ortadoğu’daki bütün siyasi sorunların kaynağı sayılabilecek Filistin Sorunu’nun gözardı edilmesini beraberinde getirdi.

 

Gazze zaten epeydir İsrail denen Siyonist entiteye karşı aleni mücadelenin adresi gibiydi. Hatta Gazze’nin bu husisiliği, Filistin Sorunu’nun bir “Gazze Sorunu”na indirgenmesi gibi bir riski de beraberinde doğuruyordu. Bu sakıncalı gidişata Filistin Sorunu’na konjonktürel sebeplerle zaman zaman ilgi duyan bölgesel güçlerin sürekli Gazze’yi öne çıkaran siyasi söylemleri de katkıda bulunuyordu.

 

Lakin 14 Eylül 2015’de her şey birden değişti. Olaylar bu defa Kudüs ve Batı Şeria’da başladı ve bir türlü durulmuyor. Hatta İsrail vatandaşı olan Filistinliler de artık İsrail devletine karşı gösterilerin bir parçası haline geldiler. Bu isyan sadece Siyonist entiteye karşı da değil. Her ay düzenli olarak eline geçen yabancı fonlar sayesinde varlığını sürdüren Batı Şeria’daki Filistin siyasi eliti ve orta sınıfına karşı da bir tepki.  İsrail’in yerel idareden ve güvenlikten sorumlu özel birimi haline dönüşmüş sözde Filistin Yönetimi’ne karşı da “artık oyun bitti” diyen bir itiraz. Kendisini dünyada yaşayan 12 milyon Filistinli’nin değil, Batı Şeria’daki bir kaç milyon Filistinlinin siyasi temsilcisi durumuna sokan sözde Filistin İdaresi, bırakınız Filistin devletine giden yolda mücadele etmeyi, Filistin halkının kimliğini, Siyonist entiteye kolluk kuvveti olmuş bir idarenin tebası olma durumuna indirgemiş durumda.

    

Son altı ay içinde yaklaşık 450’si çocuk olmak üzere, binlerce Filistinli tutuklandı. Olaylar Siyonist   yerleşmecilerle Knesset (Meclis) üyelerinin Mescid-i Aksa’ya düzenledikleri bir baskın sonucunda başlamıştı. Baskın, Mescid-i Aksa külliyesinde ciddi bir hasara neden olmuştu. Bunun ardından, Camii’nin geçici olarak ibadete kapatılmasına karar verilmesi olayların hızla yayılmasına sebep oldu. Bugüne kadar devam eden hadiseler sebebiyle, yaklaşık 30 İsrail vatandaşı hayatını kaybetti. Filistinlilerden hayatını kaybedenlerin sayısı ise yaklaşık 45’i çocuk ve 8’i kadın olmak üzere 201 kişi.

 

Batı medyasında çocuk, kadın ve yaşlı ayırt etmeksizin İsrail’in kullandığı orantısız güç eleştiri konusu oluyor. Ancak bu daha çok bir savunma hali gibi gösteriliyor ve  olayların sunumunda genellikle “İsraillilere yönelik Filistinlilerin bıçaklı saldırıları” üzerine odaklanıyorlar. Bu da haliyle Siyonist entite liderliği için arzu edilir bir tablo ortaya çıkarıyor.

 

Bunun belki de en iyi göstergesi, Benjamin Netanyahu’nun bir kaç hafta önce İsrail lobisinin en önemli kuruluşu olan AIPAC konferansında yaptığı konuşmadır. Bu konuşmasında Netanyahu, her zaman olduğu gibi fiili işgal gerçeğine hiç değinmedi ve devamlı ve topyekün bir saldırı altında olduklarından bahsetti. Netanyahu bıçaklı saldırılara da hususiyetle değinerek İsrail’e karşı Kudüs İntifadası olarak nitelenen her türlü tepkiyi terörizm olarak niteledi. Netanyahu’ya göre, mevcut vaziyet İsrail’i ortadan kaldırmayı amaçlayan bir saldırının icrasından ibaretti. Dolayısıyla ona karşı ahlaki ve siyasi birlik içinde olmak gerekmekteydi.

 

Netanyahu’nun iddiasının aksine Kudüs İntifadası sadece bıçaklı saldırılara indirgenemeyecek bir durum. İşin gerçeği, bıçaklı saldırıda bulunduğu iddia edilen ve İsrail tarafından katledilen Filistinlilerin eline öldürüldükten sonra Siyonist işgal güçlerince bıçak tutuşturulduğu iddiaları da söz konusu. Pek çok durumlarda tanıkların ifadeleri, İsrail makamlarının açıklamalarını doğrulamıyor.

 

SONU GELMEYEN İŞGALCİ DEVLET TERÖRÜ

 

Son olaylar için Mescid-i Aksa’ya yapılan baskına tepki olarak başladığı için Kudüs İntifadası ifadesi yaygınlık kazanmış durumda. Lakin Üçüncü İntifada demek belki daha doğru.  Nedeni de, olanlar hem İsrail’in resmi sınırları içinde hem de uluslararası hukuka göre işgal edilmiş topraklar olarak kabul edilen bölgelerde yaşananlara bir tepki niteliğindedir. Bunu görmek için sadece son günlerde olan bazı vakalara değinmek kafi gelecektir.

 

Mart ayı içinde İsrail, Batı Şeria’nın kuzey ve orta kısımlarında 1,200 dönümlük bir araziye el koymak için harekete geçti. Bu arazinin yarısı halihazırda varolan yerleşmelerin genişlemesi için kullanılacak. Geri kalan kısmında da yeni yerleşimler inşa edilecek.  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1967 savaşından sonra aldığı 242 sayılı karara göre bu topraklar işgal edilmiş topraklar statüsünde. Ayrıca bu karar işgal yoluyla toprak kazanımını uluslararası hukuka aykırı buluyor.

 

Lakin, bilindiği gibi, Oslo Anlaşması sonucunda İsrail’in aşamalı olarak işgal edilmiş topraklardan çekilmesi gerekirken, yerleşme inşaatlarını daha da hızlandırdı. Bugün 1967’de 242 sayılı kararın tayin ettiği sınırlarının dışında, 560 binden fazla Yahudi yerleşimci yaşıyor. Bu yerleşimcilerin önemli kısmı aşırılıkçı ve şiddet yanlısı radikal gruplardan oluşuyor.

 

Sürekli artan yerleşimler ve bunlara alan açmak için gerçekleştirilen evsizleştirmeler ve topraksızlaştırmalar, şu an yaşanmakta olan Kudüs İntifadası alevini ateşleyen ve daha da körükleyen en önemli sebepler arasında yer alıyor.  Topraklara el koyma yanısıra ev yıkımları da son yedi yılda sistematik bir artış içerisinde. Son üç aydaki ev yıkımları, yarısı çocuk olmak üzere 650 kişinin evsiz kalmasına yol açtı. 3 Nisan Pazartesi günü, Batı Şeria’da dört ayrı yerde toplam yedi ev Siyonist işgal güçlerince yerle bir edildi.

 

Bu politikalar hem Filistin hem de İsrail toplumuna açıkça şu mesajı veriyor: İsrail devletinin gündeminde barış ve iki devletli çözüm bulunmuyor.

 

Üçüncü İntifada’ya gelinen yolda yerleşimcilerin şiddet eylemlerinin önemli payı  var. Pek çok durumda bu şiddet eylemleri cezasız kalıyor. Ceza verilen durumlarda ise, ceza kesinlikle işlenen suçun karşılığı olarak çok hafif kalmakta. Her gün karşılaşılan yerleşimci terörünün vardığı boyutu göstermesi açısından an ibret verici olanlarından birisi Temmuz 2015’te meydana geldi. Nablus kenti yakınlarındaki Duma beldesinde Devabişe ailesinin evi yerleşimcilerce yakılmıştı. Bu eylem anne ve babanın yanısıra 18 aylık çocuk da yanarak hayatını kaybetti. Mart ayı ortasında da bu eyleme şahit olan bir başka Filistinli ailenin evi yakıldı. Geçen hafta da yangında hayatını kaybeden aile reisinin erkek kardeşi işgal güçlerince tutuklandı.

 

Agustos 2015’te İsrail hapishanelerindeki çocuk tutuklu sayısı 155 iken rakam Şubat 2016’da 450’ye ulaştı. En son olarak, daha önce taş attıkları için sekiz ay ev hapsinde tutulan 14 ile 17 yaşları arasındaki 7 çocuk 12 ile 39 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Hapishanelerde çocuklara yönelik cinsel taciz olaylarının varlığı da insan hakları örgütlerinin raporlarına geçmiş durumda.

 

Son zamanlarda yayınlanan çeşitli videolar, İsrail askerlerinin her hangi bir meşru müdafaa durumu  söz konusu olmaksızın Filistinli gençlere ateş ederek öldürdüklerini ortaya çıkardı. Bazı durumlarda yaralı vaziyette olan gençler için sağlık yardımı çağrılmadığı ve kanama sonucu ölüme terkedildikleri de görülmekte. Bunlardan biri de Mart ayının ikinci haftasında vuku bulan Mahmud Ebu Fenuna hadisesi oldu. İsrailli askerler, Ebu Fenuna’nın kendilerine bıçaklı saldırıda bulunduğunu iddia ettiler. Ancak içlerinden yaralanan yoktu. Aralarında AA’nın Filistinli muhabirinin de olduğu tanıklara göre ise,  Ebu Fenuna’nın üzerinde hiç bir saldırı aleti de bulunmuyordu. Daha önce görülen pek çok vakada olduğu gibi, yargısız infazın kurbanı olmuştu.

 

Birleşmiş Milletler’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki insan hakları ihlallerini incelemesi için görevlendirdiği raportör Makarim Wibisono bu yılın başlarında görevinden istifa etmek zorunda kaldı. İstifa gerekçesi de İsrail’in bu yıl başındaki olayları izlemek için kendisine izin vermemesi idi. Wibisono, zaman zaman engellenmiş olmasına rağmen göreve geldiği 2014’ün yaz aylarından bu yana Filistin’de inanılmaz miktarda insan hakları ihlallerini kayda geçirdiğini belirtti. Raportör, durumun vahametine rağmen uluslararası toplumun tepkisizliği karşısında şaşkınlığını gizleyemediğini söyledi.

 

KUDÜS İNTİFADASI BAĞLAMINDA TOPRAK GÜNÜ

 

30 Mart Çarşamba günü binlerce Filistinli, resmi İsrail sınırları içinde, Batı Şeria’da ve Gazze’de, 40. Toprak Günü anma yürüyüşleri düzenlediler. Yürüyüşün amacı, onlarca yıldır süren İsrail’in sistematik toprak gaspını protesto etmekti.

 

Bu yılki Toprak Günü protestolarının Kudüs İntifadası bağlamı içinde vuku bulması, güne ayrı bir ehemmiyet kazandırdı. Özgürlük mücadelesinin bir hatırlatıcısı ve göstergesi olan Toprak Günü protestoları, İntifada’nın üçüncü dalgasının anlık bir olay değil, geçmişten bugüne uzanan mücadelenin bir halkası olduğunun hatırlatıcısı ve tasdik edicisiydi.

   

40 yıl önce, 30 Mart günü İsrail, Filistinlilerce düzenlenen bir protesto gösterisini şiddet kullanarak bastırmış ve 6 kişinin ölümüne sebep olmuştu. Etnokratik Siyonist entitenin resmi sınırları içinde, kuzeyde yaşayan İsrail vatandaşı Filistinlilerin 2 bin hektar arazisine, bir Yahudi yerleşimi kurmak için el konulmasını protesto etmişlerdi. 40 yıl önceki direniş, İsrail’in ayrımcı ve topraksızlaştırma politikalarına karşı ilk kitlesel toplu sivil itatsizlik eylemi olma özelliğini taşıyordu. Toprak günü, o günün anısına, o günden bugüne, her yıl Filistinlilerin bir araya geldikleri bir anma günü. 

 

Filistinlilerin topraklarına el koyma politikası, yukarıda da değindiğimiz gibi, İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği günden bugüne sistematik bir biçimde ara vermeksizin devam ediyor. Yerlerinden edilen Filistinlilerin topraklarına yerleş(tiril)en Yahudilerin önemli kısmı başka bir ülkede doğup büyümüş insanlar. Filistinlileri topraksızlaştırma politikası, uzun dönemli bir yurtsuzlaştırma politikasının bir parçası.

 

Uluslararası toplumun kendisinden beklentilerine rağmen İsrail, 1967 sınırları üzerinde iki devletli çözüm için görüşmeleri yıllardır sonuçsuz bırakıyor. İsrail ile Filistin tarafı arasındaki görüşmelerin bir türlü sonuçlanamaması, her geçen gün daha fazla Filistinli toprağına el konmasını da beraberinde getiriyor.

 

Toprak Günü gösterileri hem işgal altındaki topraklarda hem de  İsrail’de gerçekleştiriliyor. Filistinlilerin yanısıra, İsrail hükümetinin Negev’den sürmeye çalıştığı Bedeviler ve İsrailli barış aktivistleri de gösterilere katılmaktalar. Bu yılki katılımcılar arasında İnsan Hakları için Hahamlar grubunun temsilcisinin olması da dikkati çekti.

 

Bu yılın Toprak Günü anma eylemleri, yeni bir topraksızlaştırma dalgasının ardından geldi. Bu yeni dalda, Oslo Süreci’nin başladığı 1990’ların başından bu zaman benzeri görülmemiş boyutta vahim bir durum oluşturuyor.

 

SONUÇ: NORMALLEŞME MASALI

 

İsrail uluslararası toplum tarafından aralıksız kınanıyor. Lakin bu kınamalar hiç bir zaman İsrail üzerinde, hukuksuz bir biçimde topraklara el koyma ve Filistinlileri topraksızlaştırma politikasından caydıracak boyutta olmuyor. Aksine hem ABD’nin hem de AB’nin, ekonomik açıdan gelişmiş bir ülke kabul edilen İsrail’e askeri ve diğer hususlardaki mali yardımları devam etmekte.  Bu durumda da sırf kınamanın herhangi bir caydırıcılığının olmasını beklemek mümkün değil.

 

Bugün Filistin toplumunun maruz kaldığı mağduriyetleri kaldıracak uluslararası toplum tarafından kabul edilmiş bir çözüm önerisi ortalıkta görünmüyor.  Bir yere varmayan ve varmayacağı da kesin olan Oslo Süreci’inden beri devam eden müzakereler iki devletli çözümü esas alıyor. Ancak sürekli genişleyen yerleşmeler artık buna imkan bırakmamış durumda. İsrail’in de zaten müzakereleri iki tarafı tatmin edici bir şekilde sonuçlandırmak gibi bir niyeti yok.

 

Ufukta bir çıkış yolunun görünmemesi, bir anma günü olarak Toprak Günü’nü oldukça anlamlı kılıyor. Bir yerde o, özgürleşme mücadelesinin hatırlatıcısı bir gösterge.

 

Ortadoğu bölgesinin tek sorununun Filistin Sorunu olmadığı malum. Ancak, Ortadoğu’daki bütün sorunların anası sayılabilecek bir özelliği var Filistin Sorunu’nun. Mescid-i Aksa’nın Müslümanlar açısından önemi de buna eklendiğinde, sorunun çözümü daha fazla aciliyet arzediyor. Çözümsüzlük ise hem Filistin özelinde hem de genel olarak bölge insanınca yaşanan hayal kırıklıklarının derinleşmesine yol açıyor.  Bölge dışı güçler, 19. Yüzyılın başından itibaren izlemiş oldukları yanlış politikalarla bölgenin kaderine müdahil olmaya devam ediyorlar.

 

İsrail bir devlet olarak bu müdahalelerin bir ürünü olarak doğdu. Varlığını da büyük ölçüde bölge dışı büyük ve süper güçlerin desteğine borçlu. Gelişmiş ülkeler arasında sayılmasına rağmen hala önemli miktarda askeri ve mali yardım alabilmesi İsrail’in normal bir devlet olmadığını gösteriyor. Uluslararası hukuku çiğnemekle suçlanmış çeşitli ülkeler müdahalelere maruz kalmışken, İsrail bundan muaf. O, aksine, kendisine yönelik en ufak bir eleştiri durumunda bile kendisine yardım etmiş (ve hala etmeye devam eden) ve diğer yerlerdeki müdahalelere imza atmış devletleri azarlayabiliyor.  Bu, İsrail’in normal bir devlet olmadığını gösteriyor.

 

Bir devletin, normal olmayan Siyonist entite ile ilişkileri normalleştirmesinin bir anormalliğe normallik kazandırmak gibi bir kapıya çıktığını anlamalıdır. Bir devletin “İsrail’le terörle mücadelede işbirliği yapacağız” demeden önce İsrail’le “terör”ün ne demek olduğu konusunda aynı kavramsal düzlemde olup olmadığına bakması gerekmekte. İsrail açısından Filistin özgürlük mücadelesi, ister silah kullansın ister kullanmasın, terör olarak değerlendirilmekte. Bir var olma mücadelesi olan Filistin’in özgürlük mücadelesi, İsrail açısından varoluşsal bir tehdit olarak algılanmakta.

 

Bu tehdit algısı kaçınılmaz; çünkü henüz asıl sınırlarının ne olduğunu bile ilan etmemiş etnokratik Siyonist devletin Filistin topraklarında yürürlüğe soktuğu Apartheid rejimi, birarada yaşama seçeneğine kendisini tamamen kapatmış durumda. Aslında siyasi Siyonizm hareketi, ta başından kendisini bu seçeneğe kapatmış olarak ortaya çıktı. Bu nedenle de, kendisinden önceki kolonyal yerleşimci devletleri model aldı ve yerli nüfusu yurtsuzlaştırma politikasını dayattı. Dayatmaya da devam ediyor.

 

İsrail için “normalleşme”, İsrail’in süregelen Filistin üzerindeki tahakkümünü, hırsızlığını ve saldırganlığını bir norm olarak kabul ettirmek demektir. İsrail’in Filistinlilerle barış yapmak gibi bir derdi hiç bir zaman olmadı. Barış yapacak olan, sürekli saldırıda olmaz. Sürekli işgal halinin devamı, sürekli topraklara el konulması ve sürekli yerli nüfusun yurtsuzlaştırılması açık bir saldırganlık halidir. Hiç bir zaman sabit sınırlarını ilan etmemiş bir entitenin sürekli başkalarına ait toprakları ilhak etmeye devam etmesi durumu ile karşı karşıyayız.

 

Sınırlarının ne olduğunu bile ilan etmemiş anormal bir entite ile neyin normalleşmesinin sağlanabilir? Mescid-i Aksa’nın altını  arkeolojik kazılarla oymuş ve varolan statüsünü oldu bittiye getirerek değiştirme derdinde olan bir entite ile hangi vicdan hangi gerekçe ile normalleşme içine girebilir? Hangi maddi çıkar bu entitenin bu zamana kadarki suçlarını görmemezlikten gelmeyi gerektirebilir? 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Levent Baştürk