Web Tasarım Ankara

MAHREMİYETİN YİTİMİ

Lütfi Bergen

7 Haziran 2016

lutfibergen@gmail.com

 

İslâm’da “evlenilmesi haram olan kişi” için “mahrem” terimi kullanılır. Mahrem, “haram” (yasaklanmış) kökünden gelmektedir. Mahrem olmayan kimselere (evlenilebilen kimselere) “namahrem” denir. Aralarında “namahrem”lik olanların birbirlerine “setr” ile muhatap olmaları gerekir. Mahrem olan kişiler ise aralarında “setr”i daha kısmî düzeyde tatbik eder. Kişinin ebeveyni, kardeşi, amca-teyze-dayı-hala gibi yakın sıhriyet ilişkisi bulunan fertlerle evlenmesi haramdır ve bu kişiler birbirine “mahrem”dir. Bunların yanına çıkıldığında dış elbise, cilbab, pardösü, burka gibi kıyafetlere riayet gerektiren bir tesettür uygulaması aranmamaktadır.

TDK sözlükte “mahrem” üç anlamla karşılanmıştır: 1. Sıfat: Yakın akrabadan olduğu için nikâh düşmeyen (kimse); 2. Başkalarına söylenmeyen, gizli [“Müdür, dosyadan başka bir rapor çıkardı. Kenarında kırmızı bir damga: Mahrem.” - R. H. Karay]; 3. İsim: Sırdaş [“Az vakitte mahremlerimden biri oldu.” - H. R. Gürpınar].

Görüleceği üzere “mahrem” birinci anlamıyla nikâh=akit=hukuk meselesi ile ilgili olup, ikinci ve üçüncü anlamlarında “namahreme açılamayanı” yani kamusal alanda paylaşılamayan olanı ifade etmektedir. Bir sır, namahreme açıldığında, kamusalla paylaşıldığında mahremiyet (gizlilik) ihlal edilmiş olacaktır.

İslâm’da kadın mehir alan ve erkek de mehir verendir. Bu vahyi bir paylaştırmadır.

Ayrıca mehir dışında, kadının nafakası da erkeğe mahsusutur. Ayet şöyle: “Çocukların, annelerinin nafakaları ve elbiseleri kendileri için çocuk doğurdukları (kocaları) üzerinedir” (2 Bakara 233).

İslâm hanesi, kadınların çocuk doğurması nedeniyle cinsiyetçi bir paylaşım ve ekonomi biçimi zaruri kılmaktadır. Kadın çocuğunu emzirmekle mükelleftir. Çocuğun rızkı annesi vesile kılınarak ona gönderilmektedir: “Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler”(2 Bakara 233) ayeti buna delildir.

Kur’an erkeğin ticaret yaparak elde ettiği kazanç üzerinden zekât vermesi gerektiğini de beyan etmiştir: “Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (ricâlun-onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar” (24 Nûr 37).

Erkeğin zekât, mehir ve nafaka yükümlüğüne karşılık kadın da erkeğin malını korumakla mükelleftir: “Bu bakımdan salih amel yapan kadınlar itaatkârdırlar (kânitâtun), Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (hakları), kocasının bulunmadığı (li el gaybi) zamanda koruyanlardır” (4 Nisa 34).

Bazı hadislerde “Bir kadın kocasının izni olmadan bir kimseyi evine alamaz” (Buhârî, Nikâh 84, 86; Müslim, Zekât 84. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 73; Tirmizî, Savm 64; İbni Mâce, Sıyâm 53) şeklinde ikaz da bulunmaktadır. Bu rivayete dayanarak “EV”i, kadının hükmünün yürüdüğü bir alan olarak ele almak da mümkündür. Nitekim Kur’an erkeklere evlerine girecekleri zaman selam vererek izin istemeleri gerektiğini de ihtar etmektedir: “Evlere girdiğiniz zaman birbirinize Allah’ın katından mübarek ve tayyib bir selâm ile selâm verin!” (24 Nûr 61).

Kadın namahrem biriyle evlenir ve bununla bir hane sahibi olur, mükellefiyet yüklenir. Ev’e ait olanı artık namahreme açmak (kamusala faş etmek) haram kılınmıştır. Mahrem olan ise, baba, anne, kardeş, amca, hala, dayı, teyze, çocuklar, kayınbaba, kayın valide gibi yakın hısımlardır.

Bu terminoloji bakımından “mahrem” kişilerin birbirleri arasında “namahrem” kişiler gibi tesettür mükellefiyeti yoktur.

İkinci olarak söylemek gerekir ki, fertler değişik kişilerle aynı an ve mekânda “mahrem” ve “namahrem” düzeyde bulunabilir. Örneğin bir kadın babasının “EV”inde iken amcasının oğlunun ziyaretine muhatap kalabilir. Bu örnekte “BABA EVİ” artık “EV DIŞI” hükmüne geçer, tesettür gerekir.

Yani İslâm’ın “mahrem” ve “kamusal” şeklinde iki keskin, belirgin mekân sahası bulunmamaktadır. Bir kişi aynı an/mekânda hem “mahrem” olanla ve hem de “namahrem” olanla muhatap hale gelebilir.

Bir kadın sokağa çıktığında “mahremiyeti” sürdürüyor da olabilir. Bu, onun sokakta evlenemeyeceği şahısların varlığıyla ilgilidir. Örneğin sadece kadınlara mahsus bir kermes, bir kına gecesi “EV DIŞI” gibi değildir. Osmanlı mahalle sisteminde erkeklerin nafaka kazanması, rızk için yeryüzüne dağılması nedeniyle mahalle gündüz vakti “erkeksiz” bir hususiyet kazandığından mahalle, sokak, sadece kadınların, çocukların, ihtiyarların ortak alanı olarak “EV DIŞI” algılanmamıştır. Mahalle sisteminde kadın, sokakta dahi “dışarıda” sayılamayacak derecede “mahrem: evlenilemeyecek kişilerle dolu” bir mekânda yaşamıştır.

Anlaşılacağı üzere bu yazıda biz “mahrem alanı” evlenilemeyecek kişilerin yaşadığı mekân olarak kodlamaktayız.

Bir kişi “bir eve girdiğinde” namahrem olanla da muhatap olabilir. Bu da evde evlenebileceği bir karşı cinsle “baş başa” kalma halini ifade eder. Modern toplumda aynı büroyu paylaşan erkek ile kadın namahrem olanla muhataptır. Bu terminolojiye binaen, “mahremiyet” evden dışarı çıkmak ya da evde kalmak ile ilgili bir konu değildir.

Türkiye’de sosyoloji, “mahremiyet” terimini böyle kullanmamaktadır.

“Mahrem”, “başkasıyla bir arada yaşaması yasak olan, ailesel alan, gizli, cinsiyetlenmiş” anlamıyla ele alınıyor. Nilüfer Göle de “Modern Mahrem” kitabında bu ikincil türden ama aslında İslâmî fıkıh terminolojisinden kopuk bir “mahrem” tanımı yapmaktadır: “Örneğin bu kitabın orijinal Türkçe adı “Modem Mahrem” kültürel sınırlan ve ulusal dilleri aşmanın zorluklarını açıkça ifade ediyor. “Mahrem sözcüğü gizliliğe, aile hayatına, kadının sahasına, yabancının bakışlarına yasaklanan şeye ilişkindir. Aynı zamanda bir erkeğin ailesi anlamına da gelir. Metinde kullanılan “mahrem” kavramı, bu “özel alanı”, modem Batılı anlamdaki özel alana tercüme etmenin güçlüğünü anlatmaktadır. Kavram, basit bir çeviri sorunu olmanın ötesinde çözümlemeye ilişkin bir kategoriye, Müslüman bir toplumda gizlilik, cinsel ayrım ve kamu ahlakı gibi konuların anlaşılmasında anahtar bir sözcüğe dönüşmektedir. “Mahrem”in yerine Batılı “özel alan” kavramını koymak Müslüman bir ortamdaki ailesel alanın farklılığını görmezden gelmekle sonuçlanacaktı. Bu yüzden bu tür özgül durumları içeriden anlamak sosyolojik bilincimizi ve kavramsallaştırma yetimizi genişletmemizi ve tetikte tutmamızı gerektirmektedir” (Göle, 2011: 20).

Göle, mahrem ile modern kavramlarını birlikte kullanma gerekçesini de şöyle açıklar: “Bu yüzden “Modem Mahrem” başlığı, biri özel, cinsiyetlendirilmiş ve gizli, diğeriyse kamusal, evrenselci ve açık olmak üzere farklı, ancak birbirine nüfuz eden iki medeniyet kategorisi yaratmaktadır. Bu başlık, Türk tarihi boyunca İslam ve modernlik arasındaki arzulanmayan karşılaşmayı ve karşılıklı etkileşimi hatırlatır ve özellikle İslamcı kadının modernliği eleştirel bir gözle değerlendirmesini, ancak kamusal alana mahremi sürdürerek katılmasını ima etmektedir” (Göle, 2011: 21).

Göle, Modern toplumların ayırt edici dürtüsü olan “itiraf etmek” edimini, Michel Foucault’un ifadesiyle “cinsellikle ilgili gerçeği söylemek” ile ilişkilendiriyor. Foucault’ya göre modernliğin doğuşu ancak daha önceki dinsel pratiklerden kaynaklanan bu şiddetli dürtüyle anlaşılabilir; en mahrem deneyimleri, tutkuları, hastalıkları, kaygılan, suçlan kamu önünde, yargılama, cezalandırma, bağışlama ya da avutma yetkisine sahip bir otoritenin huzurunda itiraf etme isteğini gerektirir. Özel alanda temellenmiş olan ve söylenmesi zor sayılan, yasaklanmış her şeyin bir kez itiraf edilince niçin kamusal, siyasi ve bilinebilir bir nitelik kazandığını açıklayan işte budur” der. Batılı “itiraf”ın cinsel tacize, tecavüze ve suça ilişkin gerçeği bulmak amacıyla kişisel ilişkilere zorla müdahale etme dürtüsüne, özel alana girilerek oradaki iktidar ilişkilerinin ortaya çıkarılmasına aracılık ettiğine işaret eden Nilüfer Göle, mutlak gerçeğin herkesi bağlayan değil bireysel bir vicdan meselesi olduğuna ilişkin modern Batılı varsayımına karşılık, İslam’ın bireye yaşamı boyunca rehberlik etmek ve onu Tanrı’ya teslim etmek suretiyle cemaate öncelik tanıdığını iddia eder. Bu noktada örtünme, cemaatin önceliğini sembolize eder; yasaklanan, mahrem olan nefis ve cinselliğin özelin sınırları içinde hapsedilmesini ve kamunun gözlerinden korunmayı ifade eder, der (Göle, 2011: 38).

Fakat Nilüfer Göle’ye göre kadınların İslamcı harekete katılımı gizliden gizliye bireyselleşmeyle neticelenmiştir: “Mahrem alanın dışına çıkmak kadınlara geleneksel cinsel kimlikler ile “meşru” ve “gayri meşru” olanın erkeklerce yapılmış tanımlarını sorgulatarak İslamcı erkek ve kadın arasındaki iktidar ilişkilerini gözler önüne serer. Müslüman erkeklerin “sahte korumacılıklarını” eleştiren örtülü Müslüman kadınlar “kişilik edinmek”, yani “kendilerine ait bir yaşama sahip olmak” haklarını talep ederek İslamcı cinsiyet ve kimlik tanımlarında bir sarsıntıya neden olurlar” (Göle, 2011: 41).

Nilüfer Göle kitabında “mahrem” kavramını kullanım amacını ısrarla yeniler: Bu yüzden kitabın ismi olan “Modem Mahrem” ikili bir anlam taşır. İlk olarak, mahrem ifadesiyle özel alanın cinsiyetlendirilmiş yapısını belirtir. Yani özel alanın moral psikolojisi, cinsiyetlerin bir aradalığının kısıtlanması ve (örtünmede ifadesini bulan) bedensel iffetinin temin edilmesiyle kontrol altına alman cinselliğine dayanır. Örtünme iffetliliği, akla kadının mahremiyetini (*) getirir. Ama öte yandan kadınlar İslamcılık ve modernizm yoluyla kamusal görünürlük kazanarak, erkeklerle aynı kent, siyaset ve eğitim mekânlarını paylaşırlar. Örtünün altından cinsiyet tanımlarının moral psikolojisini sarsan yeni bir Müslüman kadın profili çıkmaktadır” (Göle, 2011: 42).

Anlaşılacağı üzere Nilüfer Göle, “kadının mahremiyeti” kavramına başvurarak hem İslâmî terminolojinin “mahremiyet”(birbirleriyle evlenmesi haram olanlar) anlamını bozmakta ve hem de “kadının mahremiyeti”nin tesettür sayesinde kamusal alana “çıkış (exodus)” yapabileceğini varsaymaktadır.

Burada kavramsal sapmaya uğranılmaktadır; mahrem’in evde de kamusal alanda da mahrem özelliğini yitirmeyeceği hususu kaybedilmiştir. Mahremin ev dışına çıkması (yahut kamusal alanda yer bulması) tesettür kumaşının bedeni örtmesiyle ilintilendirilmiştir. Oysa mahrem, ev içinde de mahremiyeti ihlal edilebilir olan başka bir kavramsal tasavvurla ilgilidir.

İkinci konu da İslamcı kadın zihninin “ev & kamusal alan” parçalanmasına uğraması ve evin sağladığı örtünün, tesettür kumaşı ile sağlanacak örtüyle benzeştirilmesidir. Tesettür kumaşının beden örtüsü olarak ev’in dışında, kamusal alanda “mahremiyeti muhafaza edeceği” şeklinde temellendirilen düşünce İslamcı kadının zihin dünyasında yanlış olarak yerleşmiştir.

Ev’i cinsiyetçi bir kadın sahası ve kamusal alanı ise kadını “evin içinde mahpus eden” dışsal alan olarak okuyan bu düşünce, “EV nedir” sorusunun sorulmaması ve cevaplanmamasından gelmektedir.

İslam düşüncesinde “EV”, kadının nikâh akdini kabul edip mehir almasıyla oluşan iktisadî birim olarak ortaya çıkar. Buna göre “EV” erkeğin “malı” olmayıp, bekâr erkeğin tek başına sahip olabileceği bir konut da değildir. Buna göre İslâmi kamusal alan erkeğe ve “EV”, kadına ait değildir. Tam tersine “EV”, erkek-kadının nikâhla birlikte açabileceği bir iktisadî, hukukî kamusal alandır.

Ev’in beş bileşenli (1. Karı-koca; 2. Anne-baba; 3. Çocuklar; 4. Yardımcılar (bacı-kalfa)-yakın akrabalar (baldız, kayın birader, hala, amca); 5. Üretim araçları (tımar, tezgâh) bir işletme olduğunu (Tûsî, İbn Sina, Kınalızâde’den delillendirerek) başka yazılarımızda ifade ettiğimizden ayrıntıya yer vermeyeceksek de; İslâm toplumunda erkek, bekâr olup da ailesinden ayrı yaşamakta ise “bekâr odalarında” yahut “ashab-ı suffa” örneğinde olduğu üzere bekârlara mahsus mekânlarda yer bulmak zorundaydı.

Erkek de kadın da ancak evlenerek kamusal anlamda statü kazanabilirdi. Bilindiği üzere ashab-ı suffa içinde evlenenler, bekâr hücresinden çıkarak “ev kurma” hakkı elde etmekteydi.

Evlilik kamusal bir hareket olup, hane kurmayı ve bir mahalleye dâhil olmayı ifade etmekteydi. Kadın da kendi “hanesini-işletmesini” mahalleye dâhil olmakla kazanabilirdi. Mahalleli olmak birbiriyle kefalet akdiyle bağlı bir topluluğa katılmak anlamına gelmektedir. Mahalle “muhtar” bir topluluktur. Kadın ve erkek mahalleye dair kararları birlikte alırlardı.

İslâm toplumunda “evler arasında” dükkân, pazar, çarşı, bedesten uygulaması da bulunmamaktadır. “Ev”lerin toplamı “mahalle”yi oluşturmaktadır. Bedesten / Pazar / Çarşı şehrin yerleşim sahası içinde olmadığından “evden çıkmak” bugün bildiğimiz anlamda “sokağa çıkmak” anlamına gelmemekteydi. İslâm toplumunda “EV”in değil mahallenin kadının kullanımına tahsis edildiği çok rahatlıkla söylenebilir. Mahalle imamı, aynı zamanda muhtar ve muallim olarak mahalleli sakinlerin hizmetindeki kamu görevlisi olarak istihdam edilir.

Kadının vakit namazı için mahalle camiine, temizlik ihtiyaçları için hamama ve eğlence ve mesire ihtiyaçları için sevad araziye, diğer ihtiyaçları için çarşıya gitmesi “mahremiyet” kavramına yaslanarak izah edilemeyecektir. Mahallenin “gündüzleri mahrem alan-evlenilecek kişilerin bulunmadığı mekân” olduğu hatırlanmalıdır. Ancak burada mahremiyeti fıkıhtaki gibi ele almaktayız.

İslâm toplumunda iş kolları zaten kapalı topluluklar, loncalar halinde örgütlenmiştir. Diğer taraftan “iş-meslek” kolları belli vasıftaki kişilere “tekel” olarak verilmiştir. Örneğin kol ve beden gücü gerektiren keçe imalatı, bakırcılık, demircilik, tabiatı gereği erkek işidir ve cinsiyetçi bir tekel oluşturur.

Bu kapsamda geçmiş Müslüman kadın örgütleri bu mesleklere talip olmamıştır. Öte yandan halıcılık, dokumacılık gibi meslekler de kadın işidir ve kadınlara tekel hakkı vermiştir. Kadınlar bu iş kollarını ev-mahalle sistemi içinde yürütebildikleri gibi esnaf çarşılarında işyeri açarak da yürütebilmişlerdir. Örneğin Yeniçerilerin giydiği “ak börk” Bacıyan-ı Rum kadınları tarafından Osmanlı askeri teşkilatına üretilmiştir.

Diğer taraftan Osmanlı toplumunun günümüzdekine benzer bir kamusal alan tasavvuru da bulunmamaktadır. Osmanlı kamusal alanı, Müslüman kesimlere kapatıldığından, Osmanlı çiftçi-esnaf-zanaatkâr erkek zümresi dahi günümüzdeki gibi düşünülebilecek bir kamusal alana dâhil olamamıştır. Bu nedenle sosyolojinin özellikle Osmanlı bakiyesi toplumda “Müslüman kadının örtüsü ile kamusal alana çıkamaması”na ilişkin eleştirileri, Müslüman erkeğin de kamusal alana dâhil olamaması gerçeği karşısında zayıf kalmaktadır. Tarihsel anlamda Osmanlı’da kamusal alan “erkek-egemen” değildir; yöneten bir sınıfa kapatılmış durumdadır.

Günümüzde “mahremiyet”, anlam kaymasına uğramış görünmektedir. Günümüzde “Kadının tesettürle dışarı çıkması” mahremiyetin ihlali anlamına gelmemektedir. Oysa mahremiyet, evlenmesi yasak olanların birbiriyle ilişkilerini ifade etmektedir. Dolayısıyla kadının ya da erkeğin dışarıdaki hayatı mahremiyetin fıkhî sınırlarını değiştirmez. Mahremiyet, “ev & sokak”; “özel alan & kamusal alan” gibi ayrışmalarla ilgili değildir. Tesettürlü bir kadının kendisiyle evlenebileceği bir erkekle aynı mekânı paylaşması mahremiyet kavramından kopmayı ifade etmektedir.

Diğer yandan kadının bir evde ya da hücrede (odada) bulunması da mahremiyetle izah edilemeyecektir. Teknoloji, “mekân-dışı mekânlar” oluşturarak mahrem olanı ihlal eden yeni problemlere sebebiyet vermektedir. Mahrem, “sırrın saklanması, gizlilik” anlamlarına haizdir. Modern teknoloji, kadın-erkek fertlerin mahremiyetini başkalarıyla paylaşmayı teşvik etmektedir. Kavramın anlamının yitimi, mahremiyetin de yitiminin sebebine dönüşmektedir. Bir ferdin kendine ait bir mekânda, teknolojiye bağlanarak oluşturduğu yeni insansız mekân içinde kendisiyle evlenebileceği bir başka fertle sırlarını paylaşması “mahremiyetin aşınması” anlamına gelecektir.

Bu yazıda İslâm toplumlarının, mahremiyet alanı oluşturmak kaygısıyla mahalle ve şehir yapılanmasını azami dikkatle ele aldığı hususuna işaret ettik. İslâm toplumlarında mahremiyet, tesettürün konusu değildir. Mahremiyetin görünürlüğü, İslâmcı kadının iddia ettiği gibi örtü-tesettür değildir.

İslâm, mehir/nafaka/zekât mükellefiyetini erkeklere vererek onu gündüz vakti mahalleden çıkararak bedestene veya pazara yerleştirmiş olduğundan mahalle ve sokak, kadınlara, mahrem alan ve/veya saklı bahçe kılınmıştır. Kadın bu saklı bahçede yaşlılar, kadınlar ve çocuklardan oluşan sakinler nedeniyle örtünmek zorunda kalmamıştır. Mahremiyetin ekonomik-içtimaî sistemi erkeği kendi evine izin alarak girmeye zorlamaktadır.

Bu vahyî bir emirdir.

 

(*) İtalik benim-LB

 

 

-       Göle Nilüfer, Modern Mahrem-Medeniyet ve Örtünme, Metsi Yayınları, 2011

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Lütfi Bergen