Web Tasarım Ankara

Adem Çaylak, Müslüman camianın içinden gelen bir isim olarak muhalefetin hayatın ve dinin özü olduğuna inanmakta ve yüzyıllardır Müslümanları sarmalayan en büyük handikapın, çoğunluğu ile eleştiriden yoksun, muhalefetsiz toplumsal ve siyasi çarpık bir İslami kültüre teslim olunmasından kaynaklandığını açıkça dile getirmektedir. “Muhalefetin olmadığı yerde putçuluğun başladığına” inanan bir isim olarak Çaylak’la İslam, Müslümanlık, Müslümanların iktidar ve devletle imtihanı, Müslüman aydınlar, Ak Parti, Gülen Hareketi gibi geniş yelpazede pek çok konuyu açıklıkla konuştuk... 
 
- “Beyaz Müslümanlık” ne demek; beyaz Müslümanlar kimler ve ne yaparlar?
Literatürdeki “beyaz Türkler”, elit, burjuva, Türkiye toplumundan habersiz, Anadolu’nun sosyolojisinden gelmeyen, güçlü ve zengin ailelerin çocuklarına ilişkin kullanılan bir kavram. Beyaz Müslümanlık ise Türkiye’nin siyasal hayatında var olan Müslümanların geçirmiş olduğu ekonomik ve sosyolojik dönüşümün sonucunda çıkan bir kavramsallaştırma.
 
Beyaz Müslümanlık, arkada ve geri kalmanın dayanılmaz ağırlığı altında “haz”la ve “hız”la çilesiz, çabasız, köksüz ve merdivensiz belirli siyasi pratikler üzerinden “asansöre” binen ya da bindirilen Müslümanların bir kısmının, büyüme ve kalkınmanın esaret zincirleri altına girmeye başlamasıyla ortaya çıkan bir kavramsallaştırma.  Başka bir deyişle, hazmedilmeyen, içselleştirilmemiş ve köksüzlükle malul çarpık kapitalist ilişkilere dayalı ortaya çıkan “etik”, her geçen gün Müslümanları “ahlak”tan yoksunlaştırmaya “hizmet” ettikçe “beyazlaşma” oluşmuştur.
 
Köksüzlüğü Refah geleneğine uzanan, “Müslüman güçlü olmalıdır”, “Allah, Müslüman’ın üstünde en güzel (tabi ki pahalı) nimetlerini görmek ister”, “Müslüman gücü ele geçirmeden toplumsal dönüşüm sağlanamaz” türünden meşrulaştırım mekanizma ve avuntuları ile Ak Parti’nin açtığı maddi kalkınma suyunda yıkanan Müslümanlar, zamanla köksüzlükle malul “beyaz Müslümanlık” yaratmıştır.   Manevi ve değerlere ait tekamülü ıskalayan Ak Parti’nin “kalkınma” ekseninde yoğrulmaya başlayan Müslümanların çoğunluğu, “adaleti” ikinci plana atarak, uzun yüzyıldır mahrum kaldıkları güç, iktidar, para ve makamla tanıştıkça “beyazlaşmaya” hatta “Ak”laşmaya başlamıştır.
Müslümanların çoğunluğunun arzu ettiğini gerçekleştirmede bir manivela rolü gören Ak Parti’nin yarattığı maddi kalkınmanın yarattığı refah, zamanla “ahlak”, “adalet” ve “eşitliği” satın almaya başlamış ve Ak Parti’ye oy veren Müslüman kesimler arasında bile mekansal, sınıfsal, kültürel çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Köksüzlük ve sonradan görmelikle malul mekansal, sınıfsal ve kültürel ayırımların suni, yüzeysel ve derinliksiz olduğu göz önüne getirildiğinde “beyaz Müslümanlığın” “yapay elit” yaratma ameliyesinden, bir değer ve ahlakın çıkması olası değildir.
 
 
 
- Sizce bugün “beyaz Müslümanlar” toplumdan kopuk mu?
Şerif Mardin, Türkiye’deki siyasayı açıklayabilecek kilit bir kavram sunar: Merkez ve çevre. Türkiye’de devlet ve toplum diye de ayrıştırılabilecek merkez ve çevre dediğimizde akla gelen bir tarafta asker, sivil, aydın, bürokrat, diğer tarafta yeniçeri, esnaf, ulema geleneğinden gelen başka bir kesimdir. Bu tahlil uzun süre için anlamlıydı ama Ak Parti dönemimde çevrenin güçleri olarak görülen Anadolu Kaplanları gibi toplum kesimleri, merkeze yerleşti. Bu kesimler iktidarın nimetleriyle buluştuklarında, muhafaza”kâr” kapitalist olan beyaz Müslümanlar kendi yaşam biçimleri ürettiler.
1980’lerin sonlarından itibaren Türkiye’deki Müslümanlar, modernite ve kapitalizmin pejoratif öncüllerini içselleştiren siyasal parti ve sivil oluşumlar üzerinden kamusal, sivil ve siyasal alana taşınmıştır. Bu süreçle birlikte, Müslümanlar “beyaz Türk”lere özenen, adeta onları İslami görüntü ve göstergeler üzerinden taklit eden “beyaz Müslümanlık” yaratımı içine girmişlerdir. Ak Parti iktidarı ile Müslümanların hepten görünür hale gelen güce susamışlık ve sınıfsal açlıkları ortaya çıkmış oldu. Bu anlamda Ak Parti, muhafaza”kar”laşan Müslümanlar için adeta bir turnusol kağıdı vazifesi gördü.
Bizim, “Çukurambarlaşma” olarak sembolize ettiğimiz ahlak, değer, adalet ve hakkaniyetli paylaşımdan yoksun, obez büyümeci “gökdelen ve inşaat cumhuriyeti”nin Müslümanları getirdiği nokta burasıdır.
 
Müslümanların “muhafazakarlık” üzerinden zehirlenmesi ameliyesine ortam hazırlayan Ak Parti iktidarı ile birlikte, giyim, söz, şarkı ve medya üzerinden görüntü düzeyinde göstergelere teslim olan “iki yüzlü Müslümanlık” aşikarlaşmıştır. Muhafazakarlaşmaya dair onca göstergesel görüntülerin (başörtülü sayındaki artış, arabalarda sözüm ona İslami müzikler, medyada İslami görüntülerin artması, devlet ve hükümet düzeyinde güya dindar nesil yetiştirmeyi önceleyen uygulama içine girmesi, İslami görüntüsü yüksek düzeyli insanların işe alımda ya da terfide tercih edilmesi gibi pek çok toplumsal pratik) artmasına rağmen, çoğunluğu ile Türkiye’li Müslümanların ahlak, değer, adalet, ehliyet, liyakat ve hakkaniyetli paylaşım yönlerinden oldukça nitelik erozyonuna uğradıkları pek çoklarımızın karşılaştığı sıradan vakalar haline gelmiştir.
“Çukurambarlaşma” yazımda, tepeden inmeci Kemalizmin zulmettiği kesimlerin Turgut Özal’la başlayan dönemden itibaren iktidar talepleri olduğunu ve bunun için çabaladıklarını yazdım. “Çukurambarlaşma” trendi ile “merkez”i değerler sistemi tarafından yutulan “beyaz Müslümanlar”, kendi geldiği toplumundan kopuk bir “çevre” yarattığının farkında bile değildir. 
 
- “Çukurambarlaşma” ne demek?
Çukurambar eskiden Ankara’nın bir gecekondu semtiydi. “Çukurambarlaşma” ise, yıllardır güce susayan ve sınıfsal açlık çeken Müslümanların, Ak Parti iktidarı ile birlikte güce kavuşması ve zenginleşmesi sonucu, yaşadıkları patolojik değişimi ifade etmek için kullandığım bir kavramsallaştırmadır. Çukurambarlaşma, “beyaz Türkleri” İslami görüntü altında taklit etmeye başlayan muhafazakarların yarattığı sorunlu kapitalistleşmeyi imlemek için kullandığım bir ifadedir. Dün eleştirdikleri “beyaz Türkler”in çamaşır suyunda yıkanmak isteyen ve muhafaza”kar”laştıkça kapitalistleşen Müslümanların yaşadıkları patolojik dönüşümü ifade eden “Çukurambarlaşma” trendi ile maalesef dünün dindar “çevre”si, “merkez”e yerleştikçe kendi “Çankaya”sı ya da Gaziosmanpaşa’sı olabilecek yeni yaşam alanları oluşturmaya başladı. Sorun burda değil. Sorun, burada yaşamak falan da değil. Sorun, burada oluşan yaşam biçiminin, tüm muhafazakar görüntüye rağmen, kendilerinin reddettiği kapitalist toplumsal ilişkiler ağının ördüğü burjuva özentisi “kirlibeyaz Türklerin” dümen suyunda yıkanarak, bir tür kirli “muhafazakar kapitalizm” yaratılmasıdır. Bunu Milat’taki yazımda uzun uzun analiz ettim.  
 
- Klişeleşen 5 yıldızlı otelde iftar açma dışında beyaz Müslümanların nasıl bir gündelik hayatı var?
Bir türlü “beyaz” olamadığım için nasıl bir gündelik hayatları vardır bilemem ama zenginleşerek bir tür muhafaza”kar” kapitalizm üreten “beyaz Müslümanlık, zenginleştikten sonra san’at, estetik, müzik ve dil öğrenme gibi para ve çalışma dışı zaman gerektiren işlere daha çok yoğunlaşacağına, aksine mal üstüne mal, para üstüne para biriktirmenin ve daha şatafatlı ve gösterişçi bir yaşam biçimi elde etmenin gayretine düşmüştür. Bu “beyaz Müslümanların” kültürel patolojisidir. Geleneksel dini yaşam biçimleri yerini, lüks kafelerde nargile eşliğinde yapılan sohbetlere, modern tapınak merkezleri haline gelen alışveriş merkezlerinden yapılan törene ve bir yaşam şekline bürünmüş lüks alışverişlere, sabahları arkadaşlarla yapılan brunchlara bıraktı. Artık altlarındaki lüks 4X4 cipleri ve lüks evleri ile Çankaya’nın eski kodaman semti GOP sakinlerinden ne farkları vardı ki? Belki en önemli farkları CHP değil de Ak Partiye oy atmaları, namaz kılmaları, oruç tutmaları ve kahir ekseriyetle içki içmemeleriydi. Biçimsel farkın dışında mahiyette onlarla özdeş, hatta onların çoğunda olmayan aşırı dünyaya bağlılık yarattı “beyaz Müslümanlık”.
İslam toplumsal bir dindir. Kuran’ın ruhu da, Peygamber’in yaşamı da olabildiğince alçakgönüllülük ve dayanışma üzerine kuruludur. Zenginliği, piyasayı reddetmez ama İslam, servet ve iktidarlar kurup toplumun diğer kesimleri üzerinde baskı kurulmasını reddeder.
    
- Kapitalizmi reddetmeyen serveti nasıl reddeder?
İslam, servet olmasın demez ama servetin tek elde toplanmasını yasaklar. İhtiyaç neyse o kadar tüketilmeli. Ama son dönemde “Mücahitler, müteahhit oldu” denilen ve bizim sözlerimizle “dünün mücahitleri, bugünkü statükonun müdavimleri oldu” biçiminde özetlenen mesele, aslında toplumsal ve siyasal İslamcılığın en önemli patolojisinin göstergesidir. Bu patoloji “İslami bir dönüşümün yaşanması için iktidarın ele geçirilmesi gerekir. İktidarı, elde etmek için de her türlü yol mübahtır” mantığıdır. Halbuki tepeden gücü ele geçirerek İslami dönüşüm sağlanmaz. “Bir toplum kendi özündeki değiştirmediği müddetçe, Allah onları değiştirecek değildir” mealinde bir ayet vardır. Kemalistlerin “Çağdaş nesil yetiştireceğiz” tepeden inmeciliği ile Fethullah Gülen ekibinin yine hiyerarşik ve mesianik bir biçimde “Altın nesil” hedefiyle, Tayyip Erdoğan’ın söylemindeki “Dindar nesil yetiştireceğiz” ifadesi arasında mahiyette hiçbir fark yoktur; fark biçimseldir.
 
- Yüzde 50 oyla seçilerek iktidara gelmiş bir grubun proje yapması ve uygulaması, Adem Çaylak’ın gözünde neden “tepeden inmecilik”?
Elbette projeleri olacak. Ama bunları uygulamaya geçmeden önce topluma sunmalı ve tartışılmasını istemeliler. Aksi taktirde diğerlerinden hiçbir farkı kalmaz. Reddettikleri şeyleri kendileri yapıyorsa, tepeden inmeciliğin sadece tetikçisi değişmiş olur o kadar. İslam, toplumsal ve kamusal meselelerde müzakere ve şurayı emreden bir dindir. Allah Kur’an’da Peygambere bile, “Ey Muhammed, onlarla işler (yani ortaklaşa kamusal işler anlamında) konusunda danış” diye buyururken, buyurgan bir üslupla toplumu yukardan dizayn ve inşa etmenin neresi İslami sorarım size? Toplum bir şeyi kabullenmediğinde, siz iktidardasınız diye “Biz sizin için neyin iyi olduğunu biliyoruz” demeniz tepeden inmeciliktir.
 
- Sizce Ak Parti, kendisine oy veren yüzde 50’yi de dinlemiyor mu?
İktidar tarafından gelen ve toplum ile ilgili projelerin, ondan etkilenecek toplum kesimleriyle tartışılmadan devreye sokulması, insanlıkla da İslamlıkla da çelişir. Projeler hiçbir toplum kesimiyle tartışılmıyor. Allah, yine Kur’an’da, “Onların işleri aralarında istişare iledir” derken ve Kur’an’da “şura” diye bir sure bile varken Müslüman olduğunu söyleyenlerin, müzakere geleneğine önem vermemesi, hatta Gezi sürecinin başında görüldüğü gibi “Cami de AVM de yaparım” sözleri öncelikle kendi geldiğini iddia ettiğin gelenekle çelişir.
 
- Sadece Ak Parti’yi değil, cemaatleri ve muhalefetteyken İslamcılığı da işin içine katarak soracağız: Sizce Türkiye, hiçbir dönemde İslamcılığın müzakere ettiğine tanık oldu mu?
Türkiye’de sadece İslami hassasiyeti yüksek olanlar değil, Türk sağı ve  Türk solu da bu konuda problemlidir, hastalıklıdır. Bunun sebebi, Türk-İslam imparatorlukları geleneğindeki “devletin güdümünde din anlayışı” hususudur. İslam siyasi düşüncesindeki hakim kod şu: “Din önemlidir ve korunması için bekçiye ihtiyaç vardır.” Bu bakışa göre, devlet olmazsa din de olmaz. Aslına bakılırsa, bu bir tür Muaviye geleneğinin devamı ve yeniden ortaya çıkmasıdır. Peygamberlerin veya Hz. Muhammed’den sonra gelen dört halifenin hiçbirisi, kendisini kutsallaştırmamıştır. Ama Muaviye geleneğiyle birlikte, Emevi ve Abbasi’deki pek çok halifeler kendileri için “Halifettulah” (Allah’ın halifesi) ifadesini kullanmaya başladı. Bu, Selçuklu ve Osmanlı’da da devam etti. Ve bu kişiler (halifeler) zulmetse, keyfi yönetim gösterse ve fıskı fücura bulaşsa ve hata yaparsa, sözüm ona toplumsal dirliğin ve siyasi birliğin bozulabileceği endişesiyle buna tahammül edilmesi gerektiği düşünüldü. Bu nedenle Arap-İslam ve Türk-İslam imparatorlukları tarihinde muhalefet kültürü yerleşemedi ya da oldukça güdük kaldı. Bir tür modern mesihçilik olarak 19. YY’ın sonlarında ortaya çıkan İslamcılığın siyasal edebiyatında müzakere oldukça cılız kalmıştır. Çünkü güç ve iktidar ele geçirilmeden dönüşümün sağlanamayacağına dair hastalıklı bir siyasi İslamcılık türü gelişti süreç içinde. 
 
- Sizce bu bölgede ya da gelenekte muhalefet yerine tahammül mü gelişti?
İslam dünyasında muhalefet üç şekilde gelişti: 1-Devrimci, 2-Sabırcı, 3-Temekküncü ekol. Devrimciler, yöneticiyi, devleti dahi kabul etmeyen, “Bir yönetici adaletten sapmışsa büyük günah işlemektedir, öldürülmelidir” derler. Bu ekolde anılan Haricilere, “ilk Müslüman anarşistler” de denir. Şia’nın bir çok bölümünde de imamları öldürüldüğü ya da zulme uğradığı için “isyancı” ve “devrimci” bir gelenek oluştu. Sabırcılar, daha çok Ehl-i sünnetin kurumsallaşmasıyla ortaya çıktı. Farklı ehli sünnet oluşumları içinde, emir sahipleri olarak bilinen “umera” ile toplumsal alandaki dinle ilgilenen “ulema” arasında, emir sahipleri yoldan saparsa ulema ve fakihler bunu sahiplenmeseler ve reddetseler de buna tahammül edilmesi gerektiğine dair savla sabırcı bir ekol ve inanç oluştu.
 
- Bunun takiyyeden farkı ne?
Emeviler, Abbasiler ve Selçuklular vs. döneminde, zulme uğrayan, ehli Şia’dan olan kişiler, ölüm ve mal emniyeti korkusuyla kendilerini gizledi, takiyye kültürü buradan çıkmıştı ve sonradan ehli Şia’da takiyye bir nevi kurumsallaştı. Ehli Sünnette kurumsal takiyye olmamasına rağmen latent yani görünmeyen bir takiyye kültürü hep derin bir biçimde var olagelmiştir.  Bunu daha çok, tarihsel İslam’daki ulema ve umera ilişkisinin pek çok sorunlu boyutunda görebiliriz. Emevi ve Abbasi zulmüne, ırkçılığına direnen, kadılık kabul etmeyen ve zulme ve işkenceye uğrayıp öldürülen Ebu Hanife gibi İslam dünyasının Sokrat’ı gibi ulemadan olanların “siyasal duruş fıkhı” ne yazık ki, ehli sünnette hakim bir siyasi kod olamamıştır. Başka bir deyişle, iktidar ve bilgi açısından İslam tarihi ve dünyası iyi bir sınav vermemiştir ve hala iyi bir sınav vermemektedir. İktidara eklemli bilgi, resmi ulema, saray uleması ve saray dalkavuğu olan ulema yani bir çeşit Gramsiciyen “organik aydınlığın” babaları en çok İslam dünyasında oluştu. Bugünkü iktidar ile ona eklemli İslamcı aydın ve ulemanın yaşadığı trajedi bunun modern versiyonlarıdır sadece.
  
- Temekküncüler ne yapar?
Ne devrimci, ne sabırcı, şiddete başvurmadan  bir çeşit sivil itaatsizlik psikolojisi ve eylemi ile bir alternatifi ortaya koyarak var olanla mücadele ederler. Bu daha çok Mutezile’nin görüşüdür. İslam dünyasında Mutezile siyasi akıl ve duruşu hakim kod haline gelseydi, Müslümanlarda en büyük eksik olan muhalefet ve eleştiri kültürü oluşur ve Müslümanlık uzun yıllardır yaşadığı devinimsizlikten kurtulabilir ve dünyaya bir yeni bir şeyler söyleme imkanı elde edebilirdi. Ama kurumsal ve devletçi din anlayışı, buna izin vermedi ve vermiyor da hala. Mutezile siyasi aklı, hala İslam dünyasında ve Müslümanların çoğunda hoşlanılmayan bir husus olarak, nakilci ve zahirci bir İslam anlayışını her geçen gün pekiştirmektedir.
 
- Sizce bugün üç ekolden hangisi Türkiye’de sizce daha yaygın ve tanıdık?
Sabırcı ve tahammülcü ekol şu anda ne yazık ki daha yaygın ve diğerlerine geçit vermeyen bir körlük yaratacak boyutta, farklı görüş ileri sürenleri dahi “zındıklık” ve “mülhidlik”le suçlayacak denli “iktidarcı bir İslamcılığa” teslim olunmuş durumda.
 
- “Şu anda” sözünüzü “Türkiye’de İslamcıların Ak Parti’ye tahammül ettiği” anlamında mı, yoksa on yıllara yayarak mı sarf ediyorsunuz?
Uzun zamana yayarak. İmamı Azam Ebu Hanife’ye intisap ettiğini söyleyenlerin hiçbirinin görüşünün, İslam dünyasının Sokrates’i olan İmamı Azam’la alakası yok. Çünkü Ebu Hanife, Emeviler döneminde yapılan ırkçılığa, kabileciliğe, keyfi yönetime adeta isyan etmiştir. Aklı, bürhanı ve iradeyi öne alan bir din anlayışı vardı. “Aklileştirilmeyen”, “toplumsallaştırılmayan” ve “dünya ile buluşturulmayan” bir din anlayışı, iktidarı itikâdî ve imani bir konu olarak görmüş ve devletin güdümünde bir din anlayışının oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu tam anlamıyla, Bizans’ta görülen “sezaropapizm”in Muaviye ve sonrası eliyle İslam dünyasına uygulanmasından başka bir şey değildir. Bu yüzyıllar boyunca böyle yaşandı. “Halife Kureyş’ten olmalı” diye uydurulmuş en büyük siyasi bir hadis vardır örneğin. Muaviye ve sonrasında Emeviler ve Abbasiler döneminde, başta bulunan iktidarları meşrulaştıracak yüzlerce buna benzer “siyasi hadis” uydurulmuştur. Bu Kuran’ın biçimiyle de ruhuyla da, akılla da çelişiyor. Biz Kuran’da iktidarın nasıl kurulacağına veya yöneticinin nasıl seçileceğine hatta siyasi rejim tipinin ne olduğuna dair hiç bir ayet yok iken, Peygamber bile kendisinden sonra gelen yöneticiyi belirlememişken, tarihsel İslam’ın iktidar sahipleri kendilerini meşrulaştıracak denli “hadis” adı altında sözlerle ümmetin üzerinde hakim olmuştur. Hiç bir peygamber ve bu arada Hz. Muhammed kendisini “Allah’ın halifesi” olarak nitelendirmemişken, Muaviye ve sonrasındaki halifelerin çoğunluğu kendilerini, “Zıllulahi fi’l-alem/arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) ya da Halifetullah olarak nitelendirmiştir. Amaç, kötü yönetim, zulüm ve keyfi yönetime karşı toplumdan gelebilecek direniş ve isyanı kırmaktır. Bu gelenek maalesef modern versiyonu ile hala dimdik ayaktadır. Siyasi hadislere yönelik bir kritik olmadığı zaman Müslümanların iktidarla ilgili söyleyeceği bir şey olamaz. Kuran’da adalet, kamusal, siyasal ve toplumsal alana ilişkin kararlar alınırken müzakere edilmesi, emir ve itaatin hukuk üzerinden yapılması gibi genel, temel, ahlaki ve amaçsal ilkelere ilişkin ayetler vardır. Biat kültürü denilen şey, aslında yönetilenlere koşulsuz bağlılık ve sadakat anlamına gelmez. Arapça “bey’a” kökünden gelen bu kavram, alışveriş anlamına gelir, sözleşmedir. Bir şey alırken bir şey vermekten mülhemdir. Koşulsuz, sorgusuz, sualsiz biat yoktur İslam’da. Yöneten hukuk ve adaleti koruduğu ve hikmetle hükmettiği sürece yönetilenin itaat ve bey’atını talep edebilir. Türkçede bu kelimenin değişiyor olması, bu tarihsellikten kaynaklanıyor. Bugün en büyük siyasi cemaat olan devlet ve mikro toplumsal devletçikler ve şirketler haline gelmiş tarikat ve cemaatlerde, devlet başkanının, halifenin, şeyhin, hocaefendinin hikmet-i kendinden menkul, sorgulanmayan otoritelerine koşulsuz itaat talep edilmektedir ki, İslam dünyasının en büyük sorunsallarından birisi de budur.
 
- Erdoğan ve Gül, Milli Görüş hareketinde Erbakan’a karşı çıkarak söylediğiniz biatı aşan bir tavır aldı. Ak Parti, sizce İslami muhalefet açısından bir yenilik miydi?
İslami muhalefet açısından bir yenilik değil de farklılık diyelim. Ak Parti’nin ilk ortaya çıkışındaki söylem, Türkiye sosyolojisini yansıtıyordu. İnsanları kucaklıyordu. Erdoğan’ın çıkışı, beyatsızlık değil, Erbakancı siyasi İslamcılıkla muktedir ve iktidarcı olunamayacağını fark etmesi ve modernleşmek ve zenginleşmek ve iktidara gelmek isteyen muhafazakar sosyolojinin isteklerini iyi okumuş olmaktı. Türkiye sosyolojisini iyi okuyan ve özellikle yılların ezilmişliğini  kendisi üzerinden yıkıp atacak ihtiyatlı çekingen muhafazakar kitlenin Özal’dan beri gücü, parayı ve iktidarı isteyen kitleye vereceğini düşünen egemenler, artık “eski”miş yüz Erbakan’a değil, RP’yi aşmaya başlayan ve millette makes bulan Erdoğan’a “oy”namaları iyi bir manevranın sonucuydu. SSCB çökünce uluslararası güç odaklarının kendileri karşısında biriken Ortadoğu ve Türkiye eksenli İslami dalgayı, ancak onların içinden gelen, onların iktidar, güç ve zenginliğe ilişkin isteklerine cevap verecek ve iktidara “oy”nayacak bir “muhafazakar/Müslüman” liderle dengeleyip kontrol altına alabileceklerini düşünmüşlerdi. Bunun için biçilmiş en iyi kaftan o günkü Türkiye sosyolojisinde liderliği ve başarıları ile hep öne çıkan bir isim olan Erdoğan’dan başkası değildi. Erdoğan’a tam olarak güvenmedikleri için de, yanı başına, zaten 1980’lerden beri bölgede pompalanan “ılımlı İslam”ın Türkiye distribütörü Fethullah Gülen de iliştirilmişti. Siyaseten Erdoğan ve toplumsal olarak Gülen’le girilen ve 10 yılı aşkındır süren kan uyuşmazlığından beslenen “gerdek evliliği”nin geldiği noktayı bugün daha net gözlemliyoruz herhalde. 2012 MİT operasyonundan aylar öncesinde 2011’deki Milat gazetesindeki yazılarımda bunları ayrıntısı ile ortaya koymuştum. Zaman beni haklı çıkardı.
   
 
 
 
 
 
 
- Erdoğan, “Milli Görüş gömleğini çıkardık” cümlesini dile getirdiğinde, bunu İslami muhalefetteki tahammülcülüğün bir örneği olarak mı okudunuz, yoksa İslami geleneğe kıyasla daha kısa bir tarihi olsa Cumhuriyet döneminin bir kazanımı olarak mı?
 
Şerif Mardin, 2004 yılında Vatan gazetesine verdiği bir mülakatta, “AKP’nin iktidarda olması Kemalizmin bir başarısı sayılmalıdır” demişti. Bu sorunuza bir yanıt barındırıyor. Gömleğin yanı sıra o dönem “İslam referans kaynağımız değildir” diye cümleler de söylendi. Bence, Ak Parti, Milli Görüş gömleğini o dönem çıkartmak durumundaydı. Çünkü Milli Görüş geleneğinden gelen siyasal İslam, iktidara getirilmiyordu ve güçlenmek ve zenginleşmek isteyen muhafazakar tabanın sosyo-psikolojini yansıtmıyordu. Erdoğan bunu fark etti ve söylemini değiştirdi. O günkü “kurgu”lu ve “projeli” doğru bir söylemle, sadece İslamcılar için değil, Kürtlerin, yoksulların da haklarının iadesini istediler. Ve bu dilin olumlu kazanımları oldu.
 
- Sizce Ak Parti, iktidar olduktan sonra kendisine muhalefet edenlerle nasıl bir ilişki kurdu?
Ak Parti, muktedirleştikçe ve devleti ele geçirdikçe, başka bir deyişle “devletleştikçe” daha önce ittifak yaptığı güçlerle arası açıldı. Bugün Ak Parti’ye muhalefet, Ak Parti’nin son yıllarda etkisini gittikçe azdıran yarattığı kutuplaşmadan doğabilir. Şu anda Erdoğan’ın gücünden o muhalefet ortaya çıkmıyor gibi gözükse de, bu yılların birikmiş patlamaya hazır muhalefet damarını iyi okuyan Ak Parti tabanından ve dışardan gelen yeni soluk muhalefetin ayak izleri okunmaktadır. Bu da ahlak ve adalet yönelimli bir Müslüman sol ile ete kemiğe bürünecek gibi görünmektedir.  
 
- Bugün Müslümanlar, İslami gelenekten gelen bir iktidarı ne uğruna eleştiremiyorlar?
İçeriden bir muhalefetin çok ciddi emareleri olsa da 100 yıla yakındır, dindar kesim iktidardan ve nimetlerinden uzaktı. Ak Parti iktidarıyla kavuşulan zenginlik ve statüleri terk etmek istemiyorlar. Bir çıkar ilişkisi var. İslami gelenekten bir iktidarı Müslüman muhafazakar tabanın çoğunluğunun, geçmiş kabus ve korkusu ve bazılarının “halılar altından çekilecek, makamlar, statüler ve ulufeler elden gidecek endişesi”, yani hak edilmeyen zenginlik ve ihsanların kaybolması travması yaşadıkları doğru olmakla birlikte, Müslüman kesimden bireysel ya da toplu ciddi bir eleştirinin yapıldığı da bir gerçektir. Örnek olarak Mazlumder gibi sivil bazı Müslüman oluşumların tüm suçlamalara ve ihanet ediyorsunuz yaklaşımlarına rağmen duruşları da tarihe geçmelidir. Ancak güç ilişkisinde dengesizlik olduğu için bunların sesleri ya çıkmamakta ya da bastırılmakta ya da insanların çoğunluğu eleştirilerini açıktan yapmanın getirisinin en azından manevi anlamda nelere mal olacağının endişesi içindeler.
 
- Sizce Müslümanlar, gür bir şekilde karşı çıkmadıkları örneğin Roboski (Uludere) gibi bir katliamı, çıkarları gereği mi göz ardı ediyorlar?
 
Roboski (Uludere) konusu Ak Parti iktidarı ve buna destek veren Müslümanların çoğunluğu için tam bir kırılma noktasıydı aslında. Burada haksızlık etmeyelim yine Mazlumder gibi bazı sivil İslami duruşların Roboski konusundaki yaklaşımları Müslüman çoğunluğa hakim olmasa da, çoğunlukla muhafazakar taban, bu konuda  ahlak ve adalete dair iyi bir sınav vermemiştir. Müslümanların çoğunluğunun adalete dair iyi bir sınav vermediği doğru olmakla birlikte, güvenirlik konusunda diğer toplum kesimlerinden pek farkları olduğunu düşünmemekteyim. İslami gelenekten gelmeyen bir parti iktidarda olsaydı Uludere konusunda, o partiye destek verenler de yine cılız tepki verecek ya da sessiz kalacaklardı. Bu bir çıkar ve ideolojik tutkunluk ve eldeki kazanımların kaybedilmesi korkusunun tüm toplum kesimlerine yayılmış halinden başka bir şey değildir. Ama doğru Roboski gibi kırılma anlarında AK parti tabanı, vermesi gereken tepkiyi verseydi, meydanlara inseydi Ak Parti bugünlere belki de gelmeyecekti. İyi hatırlıyorum, Roboski konusundaki hassasiyeti yüzünden Mazlumder gibi Müslümanların bana göre en güçlü vicdanlı sesi olan kesimler bile Kürtçülük ile suçlandı. Bu bir trajedi idi ve iktidar adına çoğu zaman hakikatler perdelenmeye çalışılmıştır.
 
-Yaklaşık 13 senedir bu nimetlerden en çok faydalandığı düşünülebilecek beyaz Müslümanlar dışında dindar camiada yeni ne tür gruplar oluştu?
Özal’la başlayan zenginleşme sürecine rağmen Ak Parti iktidara gelmeden önce Müslümanların çoğu gelirden ve iktidar statü ve nimetlerinden ya hiç nasiplenmiyor ya da çok az pay alıyordu. Ama Özal’la başlayan RP’nin iktidar ortağı olması ile devam eden ve süreç içinde “devletleşen” Ak Parti’yle birlikte, hepten güç, makam, para ve iktidarla tanışan çoğu dindarın dişi kana bulandı. Tabi bu süreçte en çok kazanan hep “Beyaz Müslümanlar” olmuştur. Dindar camianın çoğunluğu ve orta tabaka, inançlarına göre yaşam konusunda rahatlık elde etmenin yanında borçlanarak da Ak Parti ile gelen büyük zenginlikten az da olsa pay almaya başladı. Ancak bunların karşılığında bu tabanın çoğunluğu, beklentisiz bir biçimde maraba gibi çalışan yeri geldiğinde oy deposu vazifesi gören kesim oldu. Bu duruma tepki gösteren anti-kapitalist Müslümanlık türünden hareketler de oluştu. Şatafat ve konfor içindeki iftarlara tepki gösteren Müslümanların bir kısmı, mütevazi sokak iftarlarında bir araya geldi. Ancak genel olarak, iktidara eklemli ve ondan beslenen bir dindar STK pratiği de bu dönemde gelişti maalesef. 
 
- Bu tabiri Erbakan dönemi için de kullanmıştınız; “dişi kana bulanmak” ne demek?
Birçok dindarın yaşamı, geçmiştekine kıyasla çok patolojik bir şekilde değişti.
 
- Nasıl?
Bir tür göstergesel Müslümanlık tipi oluşmaya başladı. Özellik “beyaz Müslümanlığın” oluşumuna eşlik edercesine. Çoğunun hak etmeden elde ettikleri ihsan, ulufe, statü ve rant ekonomisi ile dişi kana bulandıkça göstergesel muhafaza”kar”lıkla her geçen patolojik kapitalistleşmenin konformizmi yaşanmaya başlandı. Anadolu’da ulusal ve uluslararası sermayenin markalarının acentalarının çoğunluğu kimlerin elindedir dersiniz? Müslüman, muhafazakar hacı amca ya da yereldeki dindar sermayenin elinde değil midir? Bu sürece hemen gelinmedi tabi ki, geçmişi var ama Ak Parti zamanında hepten arttı ve güçlendi.
 
- Bunun jeep süren Ak Parti’lilerden farkı ne?
İnsanların jeep sürmesinde bir sorun yok. Ama sen Müslümansan ve Türkiye’de, dünyada insanlar sefil ve yoksul durumdaysa, açsa senin bir gösteri toplumuna dönüşecek şekilde, olabildiğince konformist davranman, burjuvalaşan mekanlarda yemek yemen, brunchlara gitmen, geldiği yerden kopmaya başlaman bir problem. Aslına bakılırsa, Ak Parti’ye oy veren dindar çoğunluk bundan çok rahatsız; “Bunlar makam, jeep, zenginlik için dini araçsallaştırıyorlar” diyorlar. Hatta bu konuda geçmişte yaptığım bir Ak Parti araştırmasında, Anadolu’da pek çok ilde karşılaştığım hususların başında şu gelmekteydi. Ak Parti’ye gönül vermiş kadın, alt tabaka ve alt orta tabakadan dindarların çoğunluğu, biz beklentisiz çalışıyoruz, çırpınıyoruz ama teşkilata hakim olarak zenginleşen türedi “AKZİPLİLER” bizlerin emeklerini boşa çıkaran bir vurdumduymazlıkla hareket ediyorlar ki, buna dayanamıyoruz ama Tayyip Bey adına içimize kan akıtarak desteğimizi sürdürüyoruz demişlerdi 2009’da.
 
- Buna “Demek ki biz de yapabiliriz” imkanının somutlaşması açısından bakanlar da var.
Pek çok insan oraya ulaşmak isterken azımsanamayacak bir kitle de bunu eleştiriyor. Eleştirenlerin sesi, belirttiğim nedenlerden fazla çıkmasa ve bastırılsa da, muhafazakar tabanın çoğunluğu, bu türden türedi ve ulufeci zenginleşmeyi kendileri için bir rol model alarak iştah kabartan bir siyasi manevra içine girdikleri de görülmüştür. Bu aslında Batı tipi modernleşmenin getirdiği sorunlardan biri bu.
 
- Siz her ne kadar “azımsanamayacak bir kesim” deseniz de, bu eleştiriyi dile getirenler Antikapitalist Müslümanlar ve parmakla sayılabilir isimler.
Aslında kalabalık bir kesim bunu görüyor ve bundan rahatsız. Çünkü bu yapılan lüks harcamalar devlet parasından da yapılabiliyor. Hani bunlar tüyü bitmemiş yetimin hakkıydı? Aslında dinin gereği yapılması gereken ve daha çok Allah ile insan arasında manevi bir köprü olan ibadetler dahi konformistleşti ve dijitalleşti süreç içinde. Ruhun yerini özünü yerini daha çok biçim ve form almaya başladı. Ama form her zaman kendi kabına uygun bir şekil alacaktır.
 
- Kastınız ne; ipek seccade mi?
Dijital tespih kültürünün yaygınlaşması türünden şeyler. Bütün bunlar... Yakmayan dualanmış kefen gibi şeyler de çıktı. Başka bir deyişle, dinin ticarileştirilmesi emareleri her alanda görülmeye başladı. Meta-tekno muhafaza”kar”lıkla örtüşen bir din anlayışı, dinin ruhuna ve özüne zarar vermeye başladı ve aynı zamanda ahlaka da...
 
- “Yakmayan kefen” benzeri örnekler var mı?
Dinin toplumsallaşan özünden ziyade göstergesel “dijital dine” teslim olundu. Osmanlı uydurması olan “kandil dini” ve “hizmet”in Diyanet üzerinden kurguladığı ve Peygamberi sadece sevgi ve güle hapseden Kutlu Doğum etkinlikleri ile Peygamberi bağlamından çıkartan “Kutlu Doğum dindarlığı” bu dönemde hepten görünür ve güçlü bir şekilde yansıdı hayatlara ama “muhafaza” edilecek neredeyse bir değer, ilke bırakmayan bir ahlaki yozlaşma da üretti bu meta-muhafazakarlık. Dijital tespihler, zikirmetreler... Bu şekilde zikredilir mi?
 
- Teknoloji sizce dine girmemeli mi?
Bence oltu taşı tespihle dijitali arasında fark yok, ama din bu mu? Burada Allah Allah derken dışarıda fellah fellah demek midir din? Evden çıktıktan sonra sokakta ve caddede kabalık ve magandalık yapmıyorsanız, başkalarının aleyhine çıkar ve zenginlik üretmiyorsanız, hırsızlık yapmıyorsanız, yalan, dolan, talan ve kıvırma ile iş yapmıyorsanız, yani ne iseniz oysanız, bankada ya da her hangi bir kuyrukta yer kapmıyorsanız, ahde vefa gösteriyorsanız, yalan söylemiyorsanız, doğru, dürüst ve emin insansanız bu en güzel Allah’ı zikirdir. Ama özünde hakkaniyetli paylaşım ve adalet olan din, gösterge haline gelmeye başladı. Zikir, göstergelere amade kılındı ne yazık ki. Doğru insan olmak Allah’a zikrin en büyüğü değilse nedir? Dini ritüeller vitrinde göstermelik oldu. Şimdi başörtülerin fiyatlarına bakalım. Örtünmenin maliyeti, örtünmenin ruhunu ve amacını hepten alıp götürmedi mi? Bu muydu yıllardır başörtüsü için yapılan mücadele ve emeğin geleceği nokta. Örtünme için ödenen bedel, maliyetlere esir edildi.
 
 
- Başörtüleri ne kadar?
İpek başörtülerin çok pahalı olduğu söyleniyor. Anadolu’daki Müslüman kadınlar da, AK-elitlerin yani AK-zengin elit kadınların yaratmış olduğu giyim, yaşam tarzına özeniyorlar. Pek çoğunun rol modeli, pahalı, sözüm ona rüküş örtülü Ak-elit kadınlar olmaya başladı.
 
- Sizce Emine Erdoğan, Bilal Erdoğan beyaz Müslümanlığın temsilcileri mi?
Cumhurbaşkanı’nın ailesi en önemli, muhafazakar ve Müslüman tabanın çoğunluğu tarafından giyim kuşam, yaşam tarzı vb bakımdan rol model alınan, örnek alınan insanlar değiller mi?
 
- Dindarların değişen yaşam tarzları sadece kadınlar üzerinden tartışılınca erkeklerin harcama nesnelerini ve kültürleri görünmez kılınıyor. Bize erkeklerin harcamalarından da örnek verebilir misiniz?
 
Erkekler de örneğin arabalarıyla, paralarıyla ve ele geçirdikleri statü ve makamları ile kendilerini ortaya koyuyor.
 
- Araba her kesimden erkek için benzer bir gösterge. Dindar erkeklerin lüks eğilimleri, dinle hangi nesnelerde kesişiyor?
 
Bazıları “Allah, Müslümanın altında en iyisini, en güzelini görmek ister” diyerek lüks, şatafat ve debdeli hayat ve harcamaları dinle meşrulaştırıyor. En kötüsü de bu zaten. Ya kardeşim, konforu ve lüksü sevebilirsin. Hak ettiğin para ile de yapabilirsin, beni ilgilendirmez, israf olduğu için ayrıca hesap verirsin ama bari lütfen bunu din ve imanla meşrulaştırma bari. En çok canımı sıkan bu durumdur. Yani yaşadıkları hayatın verdiği vicdan azabını bastırmanın yolu bu türden dinden bulunan meşrulaştırma ameliyeleri. Ha bir de, öyle bir zenginlik ve lüsk içinde ve zeep içinde yaşıyor ki, X-5 ve X-6’larda yaşıyor ki, vicdanını rahatlattığına inandığı bir biçimde, ama bunun yanında 50 öğrenciye de burs veriyorum türünden şeylerle yaşadığı sorunlu hayatı temize çıkarmaya çalışıyor. Hastalıklı bir durum bu.  Oturulan yerler, girilen mekanlar, zenginleştikçe alınan ikinci, üçüncü eşler gibi nesneleştirilen şeyler, aslında eşya tarafından yutulmalar, erkek kadın herkesi etkiliyor. Bu tabi ki sadece Müslüman erkek ya da kadınlara has bir durum değil. Diğer kesimler bu konularda başı çekmekte ve metalaştırılan kadınlarla ilişkiler ve metres ilişkileri türünden ilişkiler ağı...
 
 
 
 
 
 
 
- Eski MÜSİAD Başkanı Erol Yarar, Fadime Özkan’a verdiği söyleşide kullandığı “Bir insanın kibirli yürümemek kaydıyla zengin olduğu anlaşılmalı sokakta. Fakir anlasın da gelip derdini anlatsın diye. Mao gibi gri kıyafetlerin giyildiği bir düzene inanmıyoruz ki” cümlesi buna örnek mi?
Böyle hastalıklı ve yaşadıklarını din ve itikatla perdelemeye çalışan anlayışlar türemeye ve yerleşmeye başladı. Bahsettiğim gibi, insanlar kendi yaşadıklarını dinle meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Kardeşim, fakir seni değil, sen fakiri yoksulu bulacaksın, bulmana gerek yok zaten, her zaman önünde, sağında ve solunda hatta vicdanında. İçi dolu cüzdanla fakir aranmaz zaten.
 
- Sizin “münafık Müslümanlık” tabiriniz bu durumu mu tarif ediyor?
Evet. Esas sorun da bu. Arkadaş, her şeyi yapabilirsin ama dini kendi yaşadıklarına alet etme. Aksini yapınca, münafıkça bir düşünüş yerleşiyor. Kastettiğim “münafıklaşan İslamcılık” budur.
 
- Savaşlara neden olan “Doğru İslam, benim İslam’ım” demekle sizin “münafık Müslümanlık” demeniz arasındaki fark ne?
Ben birilerine münafık falan demiyorum, kastım da o değil, “münafıklaşan” bir sosyolojik dönüşümün zihin dünyasının psiko-patolojisinden bahsediyorum.
 
- Kavram olarak kullanıldığında da geçerli bir soru.
Hiç kimse kendini Allah’ın veya kitabın yerine koyarak konuşma hakkında sahip değildir. Kuran’a nasıl yaklaşırsanız o şekilde çıkarsınız. Bu yüzden Kur’anı amaçsal, ahlaki ve akli okumaz iseniz ve ayetlerin ardındaki hikmet ve hakikati idrak edecek tasavvur, yöntem ve yetenekten yoksunsanız dine  Sünni olarak giren Sünni çıkar, Şii girersiniz Şii çıkarsınız, Selefi ya da Harici girersiniz öyle çıkarsınız. IŞİD vari yapıların, yaptıkları tüm katliamları Kur’an ve Sünnet’e uygun yaptıklarını iddia etmelerinin arkasında bu vardır. Cımbızcı, nakilci, zahirci aklileştirilmeyen bir din anlayışı ile uydurulmuş hadisler üzerinden kurulan bir din anlayışının geldiği nokta bundan başkası olamaz. Kur’an’dan cımbızla ayet çekerek isteyen kapitalizme, isteyen sosyalizme dair ayetler bulabilir. Ama aslında o ayetlerin neden söylendiğine, ardındaki amaçsal nedene bakmak gerekir. Radikal olacak ama, Kuran olmasaydı insan hırsızlık yapacak mıydı, zulüm yapacak mıydı, mal ve cana kastedecek miydi, konuştuğunda ve eylediğinde yalan, dolan, üç kağıt ve sahtekarlık yapacak mıydı, insan öldürecek miydi? Bütün dinler ve bu türden evrensel hayat, bütün bunları yalanı, haksızlığı yani insanlığa zararlı olan şeyleri bilir, idrak eder ve yasaklar. Çünkü bunlar insanlığın, dinlerin ortak evrensel ilkeleridir. Dolayısıyla biz yaptıklarımızı dinselleştirmekten ve kuru fıkıh kuralları haline getirip dondurmaktan kurtarmalıyız. Yoksa yaşam ya çekilmez hale gelir ya da yaşadıkları meşrulaştırmak için dinden uydurmalar gündeme gelir.
   
Allah Nisa suresinde, “İşi, emaneti, ehline yani liyakatlı ve ehliyetli olana verin” diyor, “Müslümana verin” bile demiyor. Ama biz emanetleri, mevkileri, makamları, ihaleleri, rantları ya kendi tarikatımızdan, ya cemaatimizden, ya kendi ideolojimizden, ya akrabamızdan ya da köylümüzden birilerine vermiş oluyoruz. Bu tamamen dinsel bir nepotizmdir. 
İran kökenli ABD’li iki profesör, adalet, haklar, hakkaniyetli paylaşım, eşitlik, özgürlükler, kadın hakları gibi Kur’an ve Sünnet’teki İslami değerler açısından İslam dünyasının ne durumda olduğunu araştırdı. 208 ülke arasında yapılan araştırmada ilk 50’lilerde İslam dünyasından hiçbir ülkenin olmaması utanılacak değil mi? O zaman sorarım size, dindarlar, Kur’an ve Sünnet’teki yani indirilmiş ve peygamberlerin şahsında yaşanmış din bakımından gerçekten Müslüman mı? Biz bu ölçütler ve değerler bakımından Müslüman değilsek, haram yiyorsak, yalan söylüyorsak, zina ediyorsak, hırsızlık yapıyorsak, ölçüde tartıda ibrelerle oynuyorsak nasıl Müslüman oluyoruz anlayabilmiş değilim. Allah, bu tür tavır içinde olan Müslümana velleyl yani yazıklar olsun demektedir. İslam ve din sadece günlük dini ritüelleri biçimsel anlamda yerine getirmek değil, İslamlık ve insanlık esas bu noktalarda yani kamusal ve paylaşımcı noktalarda kendini tebarüz ettirir. Tevhid, adalettir. Adalet yoksa tevhid de yoktur. Toplumsal ve siyasal ve kamusal şirkin içindeysek o zaman bu görüntüsel Müslümanlığın bize ne faydası vardır sorarım size. Bu utanılacak bir şey değil mi? İslam dünyası, insani ve İslami haklar açısından yerlerde sürünüyor.
 
- İslam dünyasının İslam’a ihanet ettiğini mi düşünüyorsunuz?
İslam dünyası bilerek İslam’a ihanet falan etmemekte. Ama tarihsel İslam’ın saplantıları ve patolojileri Müslümanları bilerek ya da bilmeyerek İslam’dan uzaklaştırmıştır. İki din anlayışı var. Biri uydurulmuş din, bir de Allah’ın istediği, indirilmiş din anlayışı. Biz insan olmadan Müslüman olmaya kalkıyoruz. Türkiye’nin toplumsal edebiyatına girmiş “Ne çıkarsa hacıdan, hocadan çıkar” bu nedenle çıkıyor. Bunlara karşı önce aklı kullanmak gerekiyor. Biz söz vardır. “Din, aklın zahiridir. Akıl ise dinin batınıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur”. Akıl, irade ve hür seçim verilmiş bir Müslüman, sadece nakil ve zahir üzerinden değil, onun ardındaki hikmet ve üzerinden de hayatı okuyarak hayatına anlam ve zenginlik katmalıdır. Aksi taktirde bu tarihsel uydurulmuş din anlayışı, elbette İslam’a ihanettir. İhanetin belgelerini ve görüntüleri her daim görmüyor muyuz? Önce din anlayışı değişmeli yoksa yaşanan hayat daima dine ihanet olarak devam edip gidecektir.
 
- Kuranı Kerim’in mitinglerde Erdoğan tarafından gösterilmesini İslami entelektüeller nasıl izledi?
Onların çoğundan hiç eleştiri gelmedi, hatta Kürtçe Kuran olmasından yola çıkarak “Biz Kürtlere de hitap ediyoruz” diyenler oldu. Bu konuda iyi bir imtihan vermediler Müslüman aydınlar. Buna sert tepki göstermeliydiler ama olmadı çünkü hoşlarına gidiyor ya da tepki göstermekten çekiniyor, başka ne denir ki, yazıklar olsun bu pespaye ve dökülen organik aydın görüntülerine deyince hemen adımız haine çıkıyor ama bunları artık birilerinin söyleme zamanı geldi. “İktidarın itikatlaştırılması” ve Müslüman bir iktidar karşısında ahlaki ve adil bir duruş sergileyemeyen bir bilgi ve aydın sorunsalı işte budur ve “İktidarın İtikatlaştırılması” başlıklı Milat’ta bir yazı yazmıştım geçen yıl.
  
- Ağrı’da mitingde Erdoğan, Kuran’ı bir elinde tutarken, CHP’nin camileri yıktığını ve sattığını ileri sürdü.
Bu bir siyasi söylem. Bu hep yapılmadı mı? CHP zihniyetinde bu toplumun değerlerine üstten bakılmadı mı? Birini eleştirirken diğerini unutmamamız lazım. İkisi de problemli. Bana, “Ölümü göstererek sıtmaya razı etme” operasyonuna ve travma göstererek toplumun dizginlerini elinde tutmaya kimsenin hakkı yoktur diyorum. Aynı şekilde, olumsuzlukları yapanlar ve kötülük gerçekleştirenler, Müslümanların öğretmeni olacaksa, o zaman emin insan ya da Müslüman olmanızın ne anlamı var. Kötülüklere karşı iyilikle karşılık veriniz diyen Kur’an ilkesini nereye koyuyorsunuz. Camileri sattığı ve yaktığı söylenen CHP’den farkını, Türkiye’yi bir camiler cumhuriyeti yaparak ortadan kaldırmaya çalışmaktan ziyade, onun gittiği yolu terk edip, ona da ibretlik ve ders olurcasına doğru ve adil olanı yapmak değil midir İslamlık.
 
- İslami camiada bu konuda kapalı kapılar ardında yapılan eleştirilere tanık oluyor musunuz?
Tarafsız, bir cemaate bağlı olmayan tanıdıklarım ve bir grup dayanışması ve hiyerarşisi içinde olmayanların ve kurumsal düzeyde de sivil bir kaç oluşumun bunları çok ciddi biçimde kritik ettiklerini yakinen biliyorum. İnşallah sayıları ve nitelikleri artar.
 
- Tam olarak ne diyorlar?
“Yapılmamalıydı”, “Erdoğan sadece Ak Parti’nin değil, tüm Türkiye’nin cumhurbaşkanı” diyorlar. Gidişat çok kötü. Siyasi İslamcılığın geldiği nokta burası mı olacaktı? İnsanların bunlar aldatmaz, çalmaz, kayırmacılık yapmaz diyerek inananlara güvenerek bel bağlayarak oy vermelerinin desteklemelerinin sonucu bu mu olacaktı diyenlerin sayısı hiç de az değil. Türkiye’nin ümidi olan Müslümanların politik aktörlerinin geldiği bu nokta, büyük bir hayal kırıklığı yarattı toplumda diyorlar ve bu yüzden din adına, İslam adına sorumlusu olmasak da insanlara bundan sonra bir şey anlatmanın ve söylemenin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar Müslümanların bir kısmı. Yani süreç içinde asıl kaybeden samimi ve emin Müslümanlık aslında ama bunun farkındalığı ile hareket edilmedi ve edilmemektedir. Büyük bir akıl tutulması yaşanmakta...
 
- Sizce örneğin Hayrettin Karaman, evinde televizyon izlerken Erdoğan’ı elinde Kuran tutarken gördüğünde onaylıyor mudur, eleştiriyor mu?
Bilemem. Hayrettin Karaman, ilmi olan, Türkiye’deki Müslüman camia tarafından takdirle karşılanan ulemadan bir isimdir. İlmine saygı duyar, hiçbir şey söyleyemem, ama 13 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde Hayrettin Karaman’ın iktidarın insanlık ve İslam çerçevesindeki olumsuzluklarına karşı, eli öpülesi bir insan olarak uyarıcı olması lazımdı. Hayrettin Hoca’nın da duruş itibariyle diğer Müslüman entelektüellerin çoğunluğun da olduğu gibi tipik olarak iktidarı onaylayan, muvafık bir tarz içinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü Erdoğan üzerinden Müslümanların makus talihlerini yenebileceğini düşünüyor. Bu da tam bir tahammülcü ve sabırcı ekolün yansımasından ve kendi kökeninden ve anlayışından gelen bir iktidara mesafeli bir duruş sergileyemeyen ulema anlayışından bir türlü azade olunamadığının en bariz göstergesidir. Yani Ebu Hanifeci bir biçimde Müslüman iktidardan bile gelse zulme, keyfi yönetime ve adaletsizliğe direnen, bir sivil itaatsiz duruşa sahip siyasi fıkıh anlayışlı ulema yetişmediği sürece, ne kadar ilimde derinleşirseniz derinleşin, ki bu derinlik demek değildir, Müslümanlar devlet ve iktidarla imtihanı daima kaybetmeye mahkum olacaktır.
     
- “Eli öpülesi” dediğiniz Karaman’ın...
Yaşlı bir insana Türkiye geleneğinde eli öpülesi denir.
 
- Sizce Karaman, AKP’nin hatalarını örneğin şeriatın gelme ihtimali için göz ardı ediyor olabilir mi? “Makus talih”in içinde bu da olabilir mi?
Şurayı netleştirelim, şeriatı ne anlamda alıyorsunuz bilmiyorum ama şeriat, eğer hukuk ve yasa demekse, bunu kim istemez ama şeriat adı altında dinsel teokratik bir despotizm kastediyorsanız, ki akıl, adalet ve şura dini olan İslam’da böyle bir izin emaresi bile yoktur, ona ben de karşıyım. Ancak bu anlamda kimsenin şeriat getirme gibi bir niyeti olduğunu sanmıyorum. Yok öyle bir şey. Herkes, böylesi bir görüntü altında aslında kendi iktidarını kurmak ve perçinleştirmek ister. Bu tüm ideolojilerde görülen bir hastalık zaten. Dini ideolojikleştiren ve donuklaştıran anlayış da burdan beslenmektedir zaten...
 
- Karaman, yazılarında bu idealinden bahsediyor.
Ben Karaman Hoca hakkında bir yazı yazdım, “İslam devleti değil, adalet devleti” dedim. “İslam devleti” diye bir tabir olabilir mi? Devlet bir amaç olabilir mi? Kuran’ın sallanmasının eleştirilmemesi, devletin itikatlaştırılması kaynaklıdır. Bu nedenle oturup bütün olumsuzlukları Batı’ya mal ederek işin içinden sıyrılamazsınız, ey İslam dünyası! İslam’ın eşitlikçi, adil, özgürlükçü evrensel mesajını vereceğinize, siz oturmuşsunuz Şii bir blok, Sünni bir blok üzerinden mezheplerinizi din edinip, Orta Doğu’da bir iktidar mücadelesi yapıyorsunuz. Bu kabul edilebilir bir husus değildir.
 
- İslami kesimin entelektüelleri, sizce Ak Parti iktidarında genel olarak nasıl bir sınav verdi?
Çok kötü bir sınav verdi ve vermekte ne yazık ki. Ama çoğunluğu böyle. Çok Az da olsa iyi ve adil imtihan verenlerimiz de var şükürler olsun. Sorunuzun en önemli vakaları, Gülen hareketinden olmayan İslamcı aydınların 17-25 Aralık öncesi ve sonrasındaki karşılaştırmalarında çıkıyor. Bakınız bu konu çok önemli olduğu için biraz açmak durumundayım. “Akhizmet” koalisyonunun Müslümanlar başta olmak üzere Türkiye için büyük tehlikeler getireceğini, kan uyuşmazlığında iktidar için bir gerdek evliliğinde bir araya getirilen Ak Parti ile Gülen hareketinin izdivacı başladığından beri söyleyen birisiyim. Ayrıca 2011’den beri yazdığım Milat gazetesindeki yazılarımın çoğunluğunda, 2011 ve 2012’deki yazılarımda, Hizmet hareketine yönelik sert ve net eleştirel zihniyet analizi yaptım ve Türkiye ve o hareketten olmayan Ak Parti ve dindarlar aleyhine büyük tehlikeli sonuçlar üreteceğini yazıp durdum. Hatta o zamanlarda, Gülen hareketini, “seküler” Kemalizmin “dinci” versiyonu diye anlattığım pek çok yazı yazdım. O günlerde ben zihniyet düzeyinde “hizmet”i eleştirirken,  o dönemde “Hizmet”in Abant Konsüllerinde vaftizlenen, “Hizmet”in televizyonlarında cirit atan, onlarla ABD’deki en önemli toplantılarına giden, onları ve Gülen’i göklere çıkaran akademik ve gazete yazıları döşenen İslamcı aydınların çoğunluğu (ki bu yazıların çoğunluğu elimdedir) bana, “fitne çıkarıyorsun, komplo kuruyorsun, hüsnü zan sahibi değilsin, Müslümanların arasına bomba koyuyorsun” diyorlardı. 17-25 Aralık operasyonlarından hemen sonra iktidara eklemli bir şekilde 180 derece çark ettiler ve dün alkışladıkları “hizmet”i bu kez yerin dibine geçirmeye çalıştılar. Bu adaletli duruş değildir. Bu İslamcı aydınların çoğunluğunun “hizmet” özelinde yaşadığı en büyük travmaydı ve maalesef İslamcı aydın, gazeteci, ulema ve akademisyenlerin çoğunluğu hizmet-iktidar savaşında tam anlamıyla sınıfta kalmış ve büyük bir bataklığın içine batmıştır. Yazık yazık. İşte tarihsel İslam’daki çarpık ve patolojik ulema-ümera ilişkisinin en yeni görünümü bu olmuştur. Bu konuda meşhur isimler biliniyor, hiç anmaya bile gerek yok sanırım.
Umuyorum ki yüksek lisans ya da doktora öğrencime böyle bir çalışma yaptıracağım. Yani “hizmet” case’inde İslamcı aydınların iktidara eklemli travmatik bilgi-iktidar ilişkisindeki çark edişlerinin yani dönüşümünün hikayesini tipleşmiş belirli kişiler özelinde çalıştırmayı düşünüyorum.  Kişiselleştirmek istemiyorum ama takdir ettiğim bir isim olan Ali Bulaç, yıllar önce “Bir Aydın Sapması” diye bir kitap yazmıştı. Sanki, abartarak ve ironik bir tarzda söylüyorum ki, Bulaç, 20-30 yıl sonraki kendini gördüğü için bu kitabı yazmış gibi. Bunun nedeni İslam tarihinden gelen bilgi-iktidar konusundaki problemden kaynaklanıyor. “Hizmet” yandaşlığı tarafından olaylara bakan Ali Bulaç gibi  İslamcı aydınların yanında, “iktidar” tarafından olaylara bakan yandaş İslamcı aydınların bir sürü örnekleri var. A haber, A tv, Ülke, Tv net gibi kanallara bakarsanız bunların sürüsünü görürsünüz. Ama benim için en büyük hayal kırıklığı olan kişilerin başında yıllardır tanıdığım ve din sosyolojisi alanında derinlikli çalışmaları ile çok önemli eserler vermiş olan ve bana katkısı da büyük olan Yasin Aktay gelir ne yazık ki.
 
- Bulaç, 2011’de verdiği bir söyleşide “İslamcı entelektüeller iktidardan uzak durmak yerine devlet bürokratı oldular” derken bugün tartışılır tutumları da olsa iktidarda değil, muhalefette olan Gülen cemaatine yapılanlara karşı çıkıyor. Bu resimden dediklerinize ters bir portre çıkmıyor mu?
 
Ali Bulaç, benim üniversite yıllarından beri tanıdığım, hatta kendisi Mazlumder’in kurulduğu yıllarda bir dönem Mazlumder yönetim kurulu üyesi iken ve ben de Mazlumder’de yazı işlerinden sorumlu olarak çalıştığım günlerden beri, kendisinden, fikir ve kitaplarından çok istifade ettiğim bir İslamcı entelektüeldir. Alanında güzel çalışmalar yürütmüş ve benim fikir ve düşünce hayatımın gelişiminde katkısı büyük olmuştur. Ancak, Ali Bulaç 20 yıl önce yazdığı “Bir Aydın Sapması” başlıklı eserini kendi hayatında 20 yıl sonra tecelli ettirecek kadar büyük bir sapma yaşamıştır. Hem fikir hem duruş hayatında. Ayrıca belirtmek isterim ki, “hizmet” daha düne kadar iktidarın en görünmez ama en belirleyici ve kaynakları en fazla götüren aparatı idi. Hala muhalefette olduklarını düşünmüyorum. Çünkü hala iktidar, bürokrasi, siyaset, ticaret, eğitim, ordu ve diğer alanlarda kamujlaj kimliklerle güçlü olduğunu düşünüyorum. Ama şu doğru ki, Ali Bulaç haklı fikir olarak. İslamcı entelektüeller iktidara mesafeli olacaklarına bürokrat ve organik aydın olmayı tercih ettiler ve bu şekilde kaybettiler. Ertuğrul Kürkçü beyin yıllar önce anlattığı gibi nasıl ki 1960’larda solcu aydın, Türkiye’de fikir adına büyük bir entelektüel hareket başlatacak iken, gittiler Kemalist sisteme yanaşma, genel yayın yönetmeni ve bürokrat  olmuşlarsa, muhalefetleri gereği Türkiye’de fikir  adına büyük bir birikim ve potansiyele sahip İslamcı aydınlar da 1990’ların başında büyük bir ümit kaynağı iken gidip Ak Parti iktidarında iktidarcı bilgi üreten “saray alimlerine” ve saray “kapıkulları”na dönüşmüştür.    
 
Gülen hareketinden olmayan İslamcı, gazeteci, ulema ve aydınların bir kısmı Gülen hareketiyle birlikte Abant konsüllerinde vaftizlendiler. Mehtap TV’nin podyumlarından inmediler. Onlarla uluslararası toplantılar yaptılar. Peki 17-25 Aralık’tan sonra ne oldu ki daha önce aynı yağmurlarda ıslandığınız, göklere çıkarttığınız, “kolenizatör dervişler”, “Müthiş eğitim çalışmaları Türkiye’yi temsil ediyor” dediğiniz Gülen hareketinizi yerden yere vurdunuz? Bir yanlıştan başka bir yanlışa geçildi. Bunun temel sorunu bilgi-iktidar arasındaki mesafeyi ayarlayamamaktan kaynaklanıyor. Bu İtalyan düşünür Gramsci’nin “organik aydın”lığına benzemeye başladı. Bunu şöyle savunuyorlar: “Biz göremedik, gafletteydik.” Evet, bazıları gaflet nedeniyle, bazıları çıkar nedeniyle göremedi. Bu organik aydınlık sadece İslamcı aydınlar için geçerli değil, aynı problem sol kesimden, sağdan, CHP’den de gelenler için de geçerli. Türkiye’nin aydın geleneği bu açıdan sorunludur.
 
- Ne kadar genellenebilir bir problemden bahsediyorsunuz? Çıkarları tehlikeye girmeden önce eleştirilerini dillendiren bazı liberallerin yanı sıra uzun zamandır iktidara gelmeyen CHP ve hiç iktidara gelemeyen bir sol, dolayısıyla bu dönemdeki kadar test edilmeyen bir “organik aydın”lık yok mu? Ayrıca “İslamcı organik aydınlar” sizce ne kadar iktidarın, ne kadar Erdoğan’ın aydınları? Sonuçta yeri geldiğinde Bülent Arınç’ı veya Abdullah Gül’ü gözden çıkarabilen isimlerden de bahsediyoruz.
Aydın geleneğimizde bir yere çok yaslanmaksızın üretenlerin sayısı ne kadar? Tek tük kalemler dışında herkes bir yerden bakarak ve bir yerlere yanaşarak ve yaslanarak yazmıyor mu? Bu durum yukarıda anlattığım Arap-İslam ve Türk-İslam imparatorlukları tarihindeki ulema-umera çarpık ilişkisinen kaynaklanıyor. Arada devletçi din anlayışı olduğu için İslamcı organik aydınlık daha büyük travmalar içinde daha yanaşmacı oluyor maalesef.
 
- Solun bu yargı açısından iktidara gelmemiş olması gibi bir şansı yok mu? Keza, devlete sirayet eden bir zihniyeti olsa da CHP de yıllar boyunca iktidara gelemedi.
Asker-sivil-bürokrat düzeni içinde CHP etkiliydi. Kemalistler hakimken CHP ciddi bir güçtü ve en az Ak Parti hatta ondan daha iyi bir sınav vermedi. Verdiğini söyleyeceğimiz hiç bir örnek gösteremeyiz. Ancak tek parti dönemi ve darbelerde CHP’nin toplumun aleyhine neler yaptığını da tarih kaydetmiştir.  Hatta, darbe, baskı, zor ve inanca saygısızlık gibi başörtüsüne karşıtlık gibi hareketlerin tetikleyicisi oldu. Bunlar CHP’nin tarihi açısından ya da bir kısım CHP’liler ya ada egemen CHP’liler açısından tarihe geçen utanç sayfaları idi. Bu durum İslamcılar ve İslamcı İktidarlar için asla ve kata bir intikamcı ruhla hareket etmeyi gerektirmemekteydi. Ak Parti ve onu destekleyenler ve onun “Akaydınlar”ı ne yazık ki, reddettikleri CHP geleneğini mahiyette devam ettirmeye başladılar. Özellikle son yıllarda. Yani CHP’lileşen bir Ak Parti klasiği ile karşı karşıyayız. Ama İslamcıların muhalefette olduğu dönemde Müslümanlar, radikal İslamcılar, devlete dârülharp olarak bakanlar, “Devlette çalışılmaz”, “Siyasi parti İslami bir mücadele yöntemi değildir” diyenler maalesef Ak Parti muktedir hale geldikten sonra bu tartışmayı bırakın, “AK-radikallere” dönüştüler.
 
- Sizce örneğin Prof. Yasin Aktay’a Siirt’te “Bu yörenin insanına Kürt demek çok ayıptır” demesine yol açan “AK-radikallik” mi?
Hayır, bu tamamen sahada kullanılan siyasi bir söylemdir. Hangi bağlamda söylendi bilmiyorum. Ancak bu durumun dışında yaşananlar ve söylenenler, “AkAkademisyenlik” tavrından başka bir şey de değildir. Bu noktalara mı gelinecekti? Ancak iktidarcı İslamcılığın patolojisi de işte böyle bir şey ne yazık ki.
 
- Sizce profesörlük, siyaset uğruna gözden çıkarılabilir bir unvan mı?
Şahıslar üzerinde konuşmak istemiyorum. Fikirleri ve olayları tartışmak ve analiz etmek istiyorum. Bu cümleler hangi bağlamda, hangi cümleler arasında söylendi bilmiyorum ama bu söz bir bakıma, seçim kampanyasında da gözlemlendiği gibi seçim için, “çözüm sürecinin” rafa kaldırılmasının bir itirafı olduğu kadar, iktidarcı İslamcılığa teslim olmuş bir ulema tavrını da resmetmektedir.
 
- AK-radikallik ne demek? Sizi Ak-radikalleştiğini söylediğiniz “İslamcı aydınlar”ın en şaşırtan çıkışları neler oldu?
 
Akradikallik, Müslümanlar muhalefette iken hatta dışlanırken devlete kafir, darül harp diyen, bu devlette çalışılmaz, çalışmak dinen caiz değil, mevcut beşeri kanunlara göre kurulmuş ve işleyen siyasi parti İslami bir mücadele yöntemi değil deyip, İran, Mısır, Suriye gibi ülkelerde var olan İslami hareketlerden etkilenerek ve içerdeki yaşadıkları zulme karşı devrimci ve radikal bir ruh ve eyle dün iktidar ve devlete karşıt olan radikal İslamcıların bugün “iktidar tapıngacı” haline gelişlerine vurgu yapmak istedim. Aslında onların derdi, devlete falan karşıtlık değilmiş, devlet iktidarını kullanan, kaynaklara hükmedenlere karşıtlıkmış, devlet sözüm ona İslamcıların olunca, devletçi kesildiler.
 
Tabi bunun nedeni Ak Parti iktidarı ile birlikte eski radikal İslamcıların çoğunluğu ulufelere, makamlara, statülere, paralara, ihsanlara ve koltuklara ve ihalelere kavuştular. Bunun elden gitmesinden korkuyorlar. Asıl dert bu yani. Ümmetin maslahatı, ümmet elden gidiyor, Ak Parti giderse din ve iman ve itikat da elden gider, Türkiye, dünya ve bölge Müslümanları zor günler yaşar cümlelerini paravan yaparak, çoğunun hak etmeden ulaştığı güç, iktidar ve zenginliği kaybetme endişe içinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu seçimlerde hepten iyice hissedilmiştir.
 
İslamcı aydınların hepsini aynı kefeye koymamalıyız. Ama beni en çok şaşırtan; daha önce muhalefetteyken değer ve ilkeler üzerinden analiz üretirken, iktidara geldikten sonra değerler yerine iktidarın kutsanması oldu. Aslında bu şaşırtıcı da değildi. Çünkü Türk-İslam imparatorluklarındaki “Devlet uğruna ölünür”, “Devlet bizim var oluş kaynağımızdır” anlayışlarının bir yansımasıdır.
 
- Yazılarınızdaki “Kuzgun leşe ya da devlet başa” cümlenizle birlikte dedikleriniz AKP’den çok MHP’yi hatırlatıyor. Sizce bu yöne bir kayma mı oldu?
Bu anlayış toplumsal değişimi, devleti elde ettikten sonra yapmayı gerektiriyor. Bugün devletin başındakiler de adeta kutsanmakta, Allah’ın bir lütfu olarak sunulmakta ve neredeyse Allah’ın halifesi olarak yüceleştirilmektedir.  İktidar, iman ve itikat meselesi olarak görüldüğü sürece bunun sonu gelmeyecektir. Bu da yanlıştır. İkinci yanlış, İslamcı aydınların çoğunun, kendi içlerinden de çıksa, şu dönemde eleştiriye karşı tahammülsüzlük göstermesi. Çünkü şuna inanıyorlar: “İslam dünyasının kurtuluşu Türkiye üzerinden olacak!” Bu bir saplantı ve Evangelist Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir mesih ve onların inandığı şekliyle bir mehdi gelecek anlayışı var. Evangelist İslamcılıktan geçilmiyor ortalık. Olabildiğince neo-Osmanlıcı, Türk-İslamcı bir anlayış. Son dönemde neo-Osmanlıcı ve Türkçülüğü İslamlıkla harmanlayarak sunan Diriliş Ertuğrul ve Filinta gibi dizilerde bunu rahatlıkta görebilirsiniz. Bu diziler, tam bir aldatma ve yalan tarihi, mitlerle mesiyanik  ve uydurma İbn Arabi gibi ruhaniyetlerle bir biçimde aklama tarzıdır. Yani tarih, iktidar tarafından yeniden işlerine geldiği kadar inşa ve ihya edilmek istenmektedir. Ama burada ümmet, bir söylem kalıbı olarak kullanılsa da kurtuluşu, Türkiye’nin gerçekleştireceğini düşünüyorlar. Bunu nereden çıkarıyorlar?
 
- Şerif Mardin, milliyetçilik ile ümmetçiliğin Türkiye’de tezatlarına rağmen kaynaşması hakkında “orta karar” tarifini kullanıyor. Sizce Türkiye’nin kurtarıcı olacağına dair hayal, bu orta kararın sonucu olabilir mi?
Öyledir. Türkiye’de, İslamcı-ümmetçi olanların çoğu bazı hatta çoğu yönleriyle de Türk-İslamcı ya da Kürt-İslamcı bir milliyetçi bilinç altını haizdir. Bunu kalabalıklar içinde daha rahat görebilirsiniz. Devlet yıllardır elinde olduğu ve egemen oldukları için özellikle Türk İslamcıların çoğunluğu, “Burası hilafet merkeziydi, hilafet burada yıkıldı ve burada dirilecek” derler. Bu anlayışa göre, Arapların, İranlıların veya diğerlerinin bu konuda şansı yok.
 
 
 
 
- Türkiye’deki İslamcıların kendilerini üstün görmesi, “Türkiye Orta Doğu’ya model olamaz çünkü Araplar istemezler” tezinin bir sağlaması mı?
Doğrudur. Kabileci ve ırkçı ve kavimci İslamcılık Peygamberin dahi yıkamadığı bir durumdu ve maalesef bugün en modern versiyonları ile hele ulus-devlet kalıbı altından hepten güçlenerek Müslümanların birbirine düşmesinin en büyük nedenlerinden birisi. Diğeri, mezheplerini adeta din edinerek birbirine saldıran Müslüman tavrı. Ortada akletmeyi, sorgulamayı esas alan din falan yok, ortada SÜNNİZM DİNİ, ŞİAİZM DİNİ, SELEFİLİK DİNİ ve HARİCİLİK DİNİ gibi dinsel anlayışlar ve MEZHEPÇİ DİNCİLİK vardır ya da hakim dini anlayıştır.
 
 
- İslami camianın gazetecileri devleti sizce ne kadar kutsadılar? İslami kanadın en çok eleştirdiği isimlerden, Hürriyet’te aralarında “Vay şerefsiz” gibi başlıkları da barındıran etkili bir kariyer inşa eden Ertuğrul Özkök, sizce ne kadar bu kanadın gazetecilerinin olmayı arzu ettiği figürmüş?
 
Türkiye’de yıllar önce değerli İsmet Özel’in söylediği gibi, “medyanın gücü değil, gücün medyası var”. Ve iktidar kimdeyse maalesef ona eklemlenen medya da, kalemşörleri de ona göre bir düşünce üretiyorlar. İslami camiadaki dönüşümün bu kadar travmatik olmasının nedenlerinden biri de, kendilerine medyada veya toplumda yer açmayan, onların değerlerini küçümseyen, self oryantalizm yapan, Mine Kırıkkanat’vari Eyfel Kulesi’nin altında oturup “Töre cinayetleri de ne kötü”, “Vatandaşa yer yok, halk plaja girdi” sözleriyle toplumu inşa etmeye çalışanların yaptıklarının benzerlerini yapmaları oldu. Son yıllarda İslamcı kanalları izliyorum. Aslında izlemiyorum, izleyemiyorum. Ama nasıl ucuz tetikçilik yapıldığını iyi biliyorum. Sanki karşımda, 1990’ların Ertuğrul Özköklerin, Emin Çölaşanların, Uğur Dündarların İslamcı versiyonlarını görüyorum. İktidara eklemli ve onu savunmak için söz ve yazı üretmek için çırpınan İslamcı medya kalemşörlerinin bu kadar döküleceklerini ve pespaye bir duruma geleceklerini inanın tahmin edemezdim. Aynı durum, merkez medya ve “hizmetşör” kalemler için de geçerli. Hizmet’ten beklerim çünkü zaten onların çoğunluğu yukarıdan gelen emirle tetikçilik yapan, entelektüel kapasitesi ve muhakeme yeteneği düşük bir sürü “hizmetşör” var onların kanallarında. İki yerden entelektüel ve özgür düşünceli aydın çıkmaz demiştim yıllar önce, birincisi, aşırı milliyetçi kesimden, ikincisi, grup ve cemaat dayanışması ve hiyerarşisinin aşırı olduğu “hizmet”vari yapılardan.
  
- Karşı mahalle olunca mı isim veriyorsunuz?
Mine Kırıkkanat çok simgesel bir hale geldiği için söylüyorum. İslamcı ya da lejyoner “Akİslamcı” kişileri de söyleyebilirim hiç sorun değil. Ahmet Kekeç, Sevilay Yükselir, Fatih Tezcan, Ergün Diler, Melih Altınok, Turgay Güler, Cem Uzun, Barlas ailesi, Ersoy Dede, Hasan Karahasanoğlu, Elif Çakır, Abdülkadir Selvi, Nagehan Avcı gibi ucuz polemikler üzerinden iktidar savungaçlığı yapacağız diye geçmişin Ertuğrul Özkök ve Emin Çölaşanların seviyesine düşenlere acıyorum. Yazık yazık.  Kendini yukarıda görüp aşağıdakileri cahil olarak niteleyerek onları değiştirmeye çalışma yanlışı, başka bir yanlış doğurdu.
 
 
 
- O zaman Kürtler ne yapsın?
Sol olmayan Kemalist CHP solu bu “iktidarşörler” tarafından bitirildi. Muhalif İslamcı kimlik iktidarcı İslamcılığı savunan bunun gibi “iktidarşörler” tarafından tüketildi, ne yazık ki, Kürt kimliği de “ilerde ortaya daha kuvvetle ortaya çıkacak Kürtşör ya da o dönemin iktidarşörleri tarafından ortadan kaldırılacak gibi görünüyor. Kürtler de bu tarz aydınlarını çıkarıyor.
 
- Sizce Kürtlerin de Mine Kırıkkanat, Yasin Aktayları mı var?
Süreç içerisinde göreceğiz. Çok tipikleşecek hale gelecek gibi görünüyor. Evet olacak kanımca. Yasin Aktay Hoca saygı duyduğum kalem sıfatı farklı, siyasi sıfatı farklı.
 
- Bu kimlikler sizce ayrı iki ceket mi; biri çıkarılıp diğerini giyilebilir mi?
Olmaması lazım, siyasetin belki doğası gereği böyle oluyor bilemem ama bu kadar birikime yazık oluyor doğrusu.
 
- Sizce akademisyenliğini ve yazarlığını siyasete bükmese Ak Parti, Aktay’ı aday gösterir miydi?
Yazdıkları çizdikleriyle, toplumun karşısında söyledikleri arasındaki mesafeyi masaya yatırmak ve ona göre karar vermek gerekir. Verdiğiniz Ertuğrul Özkök örneğinde nasıl o dönemin iktidar ve güç odaklarıyla bağlantılı şekilde kalem oynatıyorlarsa günümüzdeki İslamcı aydınlar da bugünkü iktidar perspektifinden kalem oynatıyorlar. Ben bir mahiyet farkı göremiyorum.
 
- Sizce bugün İslami camianın Ertuğrul Özkökleri var mı?
Olmaz mı, aşırı derecede fazla. 90’lı yıllarda gazete ve televizyonlarda Ertuğrul Özkökler, Uğur Dündar, Emin Çölaşanlar 2010’lu yıllarda da İslamcı versiyonlarını görüyorum. Bunların birçoğu “lejyoner AKP”liler. İsimlerini de çok rahat veririm.
 
-Buyrun.
Sevilay Yükselir, Yiğit Bulut, Fatih Tezcan, Melih Altınok, Merve Şebnem Oruç, her iktidar döneminde organik aydınlardan ve kazananlardan da olsa Barlas ailesi... Zaman zaman iktidarı eleştirenler olmadı mı, oldu. Onlar da gazetelerinden oldular, Ali Akel gibi.
  
- Sizce Ak Parti’ye yakın gazetecilerinin hor gördüğü, değiştirmeye çalıştığı kesimler hangileri oldu?
 
Ak Parti ve özellikle Erdoğan’a eleştiri getiren herkes kimliğine bakılmaksızın süreç içinde tasfiye edildi ya da etkisizleştirildi. Özellikle sol liberaller, bir kısım eski demokratlar ve bir kısım duruş sahibi İslamcı aydın ve gazeteciler.
 
-Manifestosunda “ahlak restorasyonu” barındıran Ak Parti’ye yakın gazeteciler arasında geçen haftalarda çıkan tartışmada kullanılan “devşirme”, “mermici”, “yanaşma”, “patron kalemi” ifadeleri siz nasıl okudunuz?
 
İktidarcı ve ulufeci İslamcılık ve ona eklemli aydın iktidarşörlüğün geldiği nokta olarak okudum. Gemi batarken edilen laflar bunlar. Daha önce neredeydiniz? İslamcı organik ve saray aydıncılığına ilişkin uzun zamandır yazdıklarımın ne kadar haklı olduğunu gördüm o kadar. Geçen yıl Milat’ta “Ey  Bir Kısım Müslüman Aydın! Siz(inl)e Soru(nu)m Var! (08.09.2014) başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada aynen şunları söylemiştim:
 
“Siz Ey İslamcı, Müslüman ya da Muhafaza”kar” aydınlar! Bu kadar mı güce ve iktidara  susamıştınız ki, sizden olduğunu iddia ettiğiniz iktidarın her söylem ve eylemini meşrulaştırmaya çaba gösteriyorsunuz? Bu kadar mı sınıfsal açlığınız depreşti ki, ahlak, adalet ve hakkaniyetten yoksun bir kısım iktidar uygulamalarını eleştirmeyi bırakın savunur hale geldiniz? İktidarda değilken, siz değil miydiniz tepeden inmeci, devletçi, otoriter ve tek adamlığa dayalı iktidar uygulamalarına karşı olan Ey Müslüman aydınlar! Şimdi ne oldu, değişen ne? İktidara gelenler sizinle aynı dünya görüşünden olunca ilkeler mi değerler mi değişti?... ...Biçimsel yönden olmasa da mahiyet itibariyle sizin jakoben Kemalist ideolog ve aydınlardan ne farkınız var, söyler misiniz bana ey İslamcı aydın ve ideologlar!”
 
- Sizce Abdülkadir Selvi, Akif Beki, Sevilay Yükselir, Elif Çakır, Yiğit Bulut, Fatih Tezcan, Ahmet Kekeç, Ersoy Dede arasında yaşanan ve “yandaşlığın adabı” ifadelerinin geçtiği tartışma sizce neyin işareti; bu kanattaki bölünmenin sebepleri, bazı gazetecileri rahatsız edenler sizce ne? Ve bazı gazeteciler Ak Parti’ye verilen aşırı destekten sizce neden şimdi rahatsız oldu?
 
İktidar gemisi su almaya başlayınca bunu ilk fark edenler genelde aydınlar ve her tarafa kulakları delik gazeteci yazarlardır. Şimdi de öyle oluyor. Gazetecileri rahatsız eden bir şey yok burda, bir tür iktidar ve çıkar kavgasının medyaya yansımasından başka bir şey değil. İktidara eklemli medyaşörlüğün duvara toslayacağını ve kendilerinin de altında kalacağını ilk fark edenler, eski dönemin sorumluluğunu üzerlerinden atmak ve yeni dönemde yerlerini almak için sıraya girerler. Klasik, değişmiyor...
 
- Söyleşide İslamcıların yılların ezilmişliği ile hem iktidara zarar vermemek, hem elde ettikleri makamlardan olmamak için suskun kaldığını söylediniz. Sizce zarar eden gazetelere veya “havuz” usulü oluşturulan kaynaklara rağmen alınan yüksek miktarlı maaşlar, İslamcı gazetecilerin inandırıcılığını zedelemiyor mu? Sizce köşelerinde ahlakı konuda eden gazeteciler, bu durumu nasıl meşrulaştırıyor? Siz onları ne kadar ahlaklı buluyorsunuz?
 
İnsanların kişisel ve mahrem alanlarında ne kadar erdemli ya da ahlaklı olup olmadıklarını bilemem ve beni de ilgilendirmez ama ahlak ve erdem kamusal alanda varlığı ya da yokluğu ortaya çıkan ve test edilen bir özelliktir. Ahlak satılmaz, yaşanır. Eğer bu tavrı ahlaklı bulsaydım, yıllardır eleştirmezdim.
 
-Geçmişte solcu olduğu için “muhafazakâr ezilmişliği” yaşamayan medya patronu da olan Ethem Sancak’ın, Erdoğan’ için kurduğu “Solculuk dönemimde Mevlana ile Şems’in arasındaki aşka anlam veremiyordum. Tanıdıktan sonra gördüm ki,  böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” sözlerini siz nasıl açıklıyorsunuz?
 
Bir kere şunu teyit edelim ki, bana göre son yıllarda, “Ethem Sancak, Ak Parti’ döneminin Aydın Doğan’ı” işlevi görmeye başladı. Hatta bununla da kalmayıp sermaye ilişkisini aşk ve tutku ile sarmalayarak sunmaktadır. Bir de bu durumu ilahi aşk gibi kavramlarla meşrulaştırıyor ki, kabul edilemez bir durumdur. Bu nasıl ilahi aşktır ki, Tayyip Erdoğan’ın yakını olan Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert gibi eski Yeni Şafak ekibini Ethem Sancak gazetesinden attığında ve onlara hakarete varan ağır sözler ettiğinde Erdoğan’ın ve diğer İslamcı iktidar ve aydınların “gıkı” bile çıkmamıştır. Demek ki, “para”lel ilahi aşk durumları bambaşka imiş.
 
- “Acı duyuyorum, Başbakan ‘aydın-danışman’ koalisyonu içinde harcandığı için” de dediği yazısı yayımlanmayınca Yeni Şafak’tan ayrılan, 17-25 Aralık operasyonu ardından Bugün’den Star’a transfer olan Ahmet Taşgetiren sizce İslamcı aydın çizgisinde nereye denk geliyor?
 
Taşgetiren Abi beni bağışlasın ama kendisi hakkında en önemli ve kırılma noktası olarak gördüğüm noktalardan biri Gülen hareketi konusundaki duruşsuzluğudur. Gülen hareketi kritik edilmeye başlandığında “Onlar kardeşlerimizdir, hüsnü zan sahibi olmamız gerekir, Müslümanlar arasında fitne yaratmamak gerekir” derken son dönemeçte “Gaflete düşmüşüz” deyip onları olabildiğince kötüleyen yazılar yazmaya başladı. Bu bir aydın-alim-ulema duruşu mudur? 
 
- Filmi başa saralım; sizin Gülen cemaatine yönelik temel eleştirileriniz ne? “Dinci Kemalizm” tabirinizi, somut örneklerle aktarabilir misiniz?
Dinci Kemalizm aslında seküler Kemalizmin dinselleştirilmiş versiyonu olarak Türkiye’ye sunulmuş bir projedir. Bu sunulurken de Gülen ve ekibinden yararlanıldı. Gülenizm = 'Dinci' Kemalizm (Ya Da 'Gülen Kemalizm') adlı kitabım piyasada var ama çok rağbet görmedi. Çünkü sadece Gülen cemaatini değil, iktidara da yapıcı muhalefetimi de geliştirdim. “17-25 Aralık’tan sonra Gülen cemaatine atfedilen atfettiğiniz kötülüklerin bir ortağı da siz değil misiniz” dedim. Bu kitapta, İtalyan düşünür A. Gramsci’nin “hegemonya” kavramı ile İran’lı düşünür Ali Şeriati’nin “dine karşı din” kavramlarını kullanarak, Gülenizm’in aslında “seküler” Kemalizm’in “dinci” bir versiyonu olduğunu anlattım. Hegemonyanın iki ayağı var bilirsiniz. Birisi zor, baskı ve darbe ayağı, ikincisi rıza ve gönüllülük ayağı. Türkiye’de ilk ayağı “seküler” Kemalizm temsil etmiş, ikinci ayağı ise zorla hadım edilmeyen toplum kesimlerini rejime muti kılmak için devreye sokulan “Gülenizm” hareketi temsil etmiştir. 1980’lerle birlikte Ortadoğu’ye pompalanan “ılımlı İslam”, “yeşil kuşak” projelerinin Türkiye distribütörü Gülen hareketi olmuştur ve daima bu projelerin sahipleri tarafından desteklenmiştir. Gülen’in 1980 darbesi öncesi ve sonrası Sızıntı dergisinde yayınlanan yazılarını görseniz, Gülen’in darbeyi ne kadar istediği ve darbeden sonra da askere nasıl selam durduğunu çok iyi anlarsınız. 28 Şubat darbesine olan manevi desteğinden hiç söz etmiyorum.  
Kitapta Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalist ideologların görüşleriyle Fethullah Gülen ve Gülen hareketi ideologlarının karşılaştırmalı analizini yaptım. Bilgi, eğitim, okul, devlet, asker ve milliyetçilik anlayışlarını karşılaştırdım ve tek yumurta ikizleri kadar benzediklerini gördüm. Biri seküler, diğeri din dili kullanıyor. Hatta Gülen hareketi, dini kavramları kullanırken bunların içini de boşaltıyor. Batılı modernite, Kemalist otoriteyle toplumda kısmi başarıya ulaştı. Çünkü Kemalizmin kısmen de olsa Batı’ya açık bir yönü vardı ve hurafeye dayalı din anlayışını durdurdu. Ama makbul yurttaş yaratmak için kullandıkları zorla, darbelerle toplumun çoğunluğunu hadım edemediler, bir bütünleşmiş ve istedikleri Türk ulusu, devleti yaratamadılar.
   
- Sizce bir ulus veya devlet yaratılamadı mı?
Kısmi anlamda yaratıldı. Ama Kürtler, İslamcılar, Aleviler gibi Türk ulusuna girmek istemeyen “sakıncalı toplum kesimleri”nin hâlâ ikna edilmesi gerekiyordu. Bence hegemonyanın zor ve baskı ayağı seküler Kemalizmle, hegemonyanın gönüllülük ayağı da Gülen hareketiyle birlikte ortaya kondu. 
 
- Nasıl?
1966-1970’lerde Fethullah Gülen, bıyığı daha yeni terlemiş bir vaazken İzmir, Kestane Pazarı’nda belli yerlerle bağlantıları vardı. Orta Doğu bölgesine yönelik, daha sonra Büyük Orta Doğu projesi adını da alacak ılımlı İslam’ı Türkiye üzerinden yayma ve fethetme amacı güdülürken Gülen hareketi de bunun rızaya dayalı ayağını gerçekleştiriyordu.
 
- Bu cümlelerin somutlaştırılmadan sık sık tekrarlandığına tanık oluyoruz. Sizce Gülen cemaatinin sahip olduğu “bağlantılar” neler?
Ayrıntılarını bilemem ama Kasım Gülek’in hayat hikayesini takip edin ve Gülen’le kesiştiği noktalara bakın. Gülek’in cenaze namazını kimin kıldırdığını, Tayyibe Gülek’in 1999’lardaki DSP içinde yer aldığını, ABD’de Tayyibe Gülek’in Gülen Movement’ın yönetim kurulu üyesi olduğunu biliriz. FBI’ın dünyada yararlanmış olduğu STK’lar listesinden Gülen hareketini yakın zamanda kaldırdılar. Ben bu ilişkiler ayığını ABD’deyken çok rahat biçimde gördüm, ispatlamaya ayrıca gerek yok. Ak Parti de aslında bütün bu sürecin sonucudur. Refah Partisi’yle bu işin olmayacağını görenler, dünyadaki güç odaklarıyla bağlantılanmadan Türkiye’de iktidar olamayacaklarını gördükleri için onlarla ilişki kurabilecek bir mekanizma aradılar. En iyi seçenek de Gülen hareketiydi. Bu nedenle hareket, maalesef Ak Parti’nin kanatları altında palazlandırıldı ve birbirlerini beslediler. Üstten inmecilikte aralarında bir süreklilik vardır. Örneğin, Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini nereden başlattı; Samsun’da. Bunların simgesel bir yeri var.
 
- Gülen cemaatini de, Ak Parti’yi de Kemalizm üzerinden tarif ediyorsunuz. Ne yapsalar sizce bu iki hareket Kemalist olmayacaktı? Veya ülkenin kökeni Kemalizm’le de şekillendiği için, bu topraklarda doğan bir hareketin Kemalizm’den azade olması ne kadar mümkün?
 
Sorun sadece Kemalizm değil, Türk-İslam imparatorluklarından gelen “devletin tanrısı” anlayışı. Bu zihniyet olarak eleştirilmediği ve reddedilmediği sürece, ister Kemalizm, ister dinci, ister post-Kemalizm iktidara gelsin, eleştiriyi hak edecektir.
 
- Siz “Cemaatin, Ak Parti’nin kanatlarının altında palazlandığını” söylerken cemaat üyeleri “Hocaefendi bir hasırda yatıyor, ne çıkarı olabilir böyle bir insanın” diyor. Neşe Düzel de Şerif Mardin’e “Gülen cemaatinin hedefi ne” diye sorduğunda aldığı yanıt “Bilmiyorum” oldu. Sizce cemaatin hedefi ne?
Hasırda mı yattığını tartışmak lazım. Bunlar görüntüsel şeyler. Olana bakmak gerek. Ama mesele İslam dünyasındaki dönüşüm süreçleridir. Cemaat mensuplarının emniyet, yargı, okullar, himmet, dershaneler, yurtlar üzerinden ürettiği güç ve para nereye gidiyor? Cemaat, dini tekelcilik anlamında en tepede. O halkaya muhtesip olmayanlar Müslüman dahi kabul edilmezler. Ama dışa böyle yansıtmazlar. Mesela “Türkiye’nin meseleleriyle ilgili düşünceleriniz nedir” dediğiniz zaman yanıt almanız çok zordur. Cemaatin arka planından gelen veya daha sonra eklemlenen belli kişiler konuşurlar. Kendi çekirdekleri içerisinde, diğer Müslüman gruplar, “İslam’a kalpleri ısındırılmak istenenler”den sonradır. Bu arada Gülen cemaatinin hedefi yoktur. Bu tür şebeke yapılar için “hizmette sınır yoktur”. Ha bir hedef var ki o da İslami kavramların içini boşaltarak Batı’nın çıkarlarına uygun bir ılımlı İslam formu yaratmak.
 
- Bu ne kadar Gülen cemaatine has; çoğu grup “en Müslüman” olarak kendisini görmüyor mu?
Öyle. Akılların kiraya verilmiş olduğu, hikmeti kendinden menkul şeyh ve hocaların, ablaların ve abilerin olduğu yerde bu durum çıkar. İspatlayamam ama Orta Doğu üzerindeki çıkar savaşları yürüten gruplarla Gülen cemaatinin çok yakın bağlantıları var. Mavi Marmara’dan önce, 1991’de 1. Körfez krizinde Saddam, İsrail’e scud füzeleri gönderdiğinde orada yaralananlar için ağladı. Peki ey Fethullah Gülen, dünyanın başka yerinde ezilen, katledilen, gariban Müslümanlar için neden ağlamadın?
 
- Belki siz görmemişsinizdir?
Hayır, basına yansımadığı gibi ben de hiç bir böyle duruma şahitlik etmedim. Bu kitabı yazarken aşağı yukarı Gülen’in bütün kitaplarını okudum, camiayı da çok yakından tanıdığım için kaset ve vaazları da biliyorum.
 
- Fethullah Gülen, iktidar adına hadisleştirilen fikirleri arşivine alıyor mu?
Tabii. Orada da hurafenin, biatın en büyüğü var.
 
- Örnek verir misiniz?
Ehli sünnette olan sorunlar, Gülen hareketinde en babası ile vardır.
 
- Ankara İlahiyat Fakültesi’nden Prof. İlhami Güler, “Gülen bir dini alim mi” sorumuz üzerine “Türkiye’de Sünniliği en iyi bilen üç isimden biridir” demişti.
Sünniliği bilir, bilmez beni ilgilendirmez. Ancak Türkiye’de pek çok İslami kesimde olduğu gibi hurafe ve bid’at kokan, nakilci ve uydurulmuş hadisleri de içinde barındıran bir Ortodoks Sünniliği bilse neye yarar. Bilmese daha iyi olurdu. Bari Sünnizmin pejoratif boyutu ile kirlenmemiş olurdu. Benim en çok eleştirdiğim, dini kavramların içini boşaltması. Örneğin, Kürtlerle yapılan bir önceki müzakere sürecinde Gülen, “Peygamber de Hudeybiye Barış Anlaşması yaptı. Sulhta hayır vardır. Yapılmalıdır” dedi. Hudeybiye’ye referans vererek Kürtleri müşrikmiş gibi sundu. Ayrıca bir kitabında Türkçeyi iyi konuşmayı dinselleştiriyor ve “Vaciptir” diyor.
 
- Vacip, Arapçada “ödev” demek; dinselleştirme bunun neresinde?
Arapça’da bir söz vardır, “galat-ı meşhur lisani fasihten evladır” diye. Vacip derken dini bir buyruk olarak görüyor. Bunu yapmamak, Türkçeyi kötü konuşmak günahmış gibi bir kavramsallaştırmaya da gidiyor. Ki ben Fethullah Gülen’in Türkçeyi çok iyi kullandığından da emin değilim. O zaman Gülen, günaha mı girdi diyeceğiz. Ne kadar saçma değil mi? Gülen’e inananlar, ona “keramet sahibi” olarak bakarlar. Tabiri caizse, “Hocaefendi söylüyorsa bunda bir hikmet vardır. O yüce, ulu insandır” gibi bir yanılmazlık anlayışı vardır.
 
- Sözlerinizi, Erdoğan’a ilişkin söylenen “Bizim için adeta ikinci peygamberdir”, “Onu üzmek Allah’ı üzmektir”, “Hoşgeldin Allah’ın elçisi”, “Allah’ın vasıflarını üzerinde toplayan lider” gibi cümlelerle düşününce liderlere ilahi vasıfların yüklenmesi toplumun hanesine de yazılmamalı mı?
Bu bir siyasal ilahiyat anlayışıdır. İktidarlar ve ona destek verenler, o gücü ellerinde tutabilmek için dinden istifade ederler. Yusuf El-Kardavi çok önemli bir İslam alimidir ve Cumhurbaşkanlığı seçim süresince “adeta  ayet Erdoğan’ı işaret ediyor” tarzında cümleler kurdu. Bu iktidarın, itikatlaştırılmasıdır. Erdoğan’ın bizatihi kendisi bütün bunlardan rahatsızdır muhtemelen ve bu tür şeylerin söylenmesini arzu etmiyordur. Ancak liderlere böyle anlamlar ve vasıflar yüklenmesi, yılların ezilmişliğini bu tür ifadelerle üzerinden atmak isteyen kitlenin hanesine yazılmalıdır bütün bunlar. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” diye bir söz vardır. Tabanda da bir arayış var, yıllardır ezilmişliğin bir sonucu özlemlerini dile getiriyorlar. Aşık olacak derecede ululaştırmaya giderek onlar üzerinden kendi yaşamlarına bir var oluş kazandırırlar. Bu psikolojik bir durumdur ve en çok da baştaki lidere zarar verir. Bunu yapanlar farkında olarak ya da olmayarak Erdoğan’a en büyük zararı vermektedirler.
 
- Dediğiniz gibi Ak Parti ve cemaat zihnen Kemalist bir uyum içerisindeyse sizin eleştirilerinize nasıl kulak vereceklerdi?
İktidar konusunda ayrıştılar. Anadolu tabirindeki gibi, “öküz öldü ortaklık bozuldu”. Tayyip Erdoğan’ın kendisine biçilmiş rolün dışına çıkmaya başlayan üslup, hareket ve eylemi bölgede çıkarı olan güçleri rahatsız etti. Erdoğan’ın istenen çizgiye getirilmesi için bir operasyon yapılması lazımdı. Bunun için en önemli güç, bütün kaynaklarını bilen ve elektronik iletişim araçlarında maharetli olan bir hareket sahaya sürüldü. Amerika’daki cemaatin yaklaşık 15 charter okulunda 17-25 Aralık’tan önce FBI inceleme yaptı.
 
- Bu söylediğinizle tezat oluşturmuyor mu?
Devlet, kan tazeleyen bir akla sahiptir. Önce Ergenekon’u, Kemalist zihniyeti tasfiye ettiler, bunu yapan daha çok Gülen hareketiydi. Şimdi de sözüm ona Erdoğan eliyle dinci Kemalizmi tasfiye etmeye çalışıyor. Tasfiye edenlerin tasfiye edilmesi meselesi aslında bir Osmanlı klasiğidir. Bu şekilde DEVLETİN TANRISI hiç bir zaman şerik kabul etmediğini ihsas ettirerek kendini yeni ve taze kan ve bedende yeniler. Neyse sürece dönersek, Yasemin Çongar Washington’da Milliyet’in basın temsilcisiyken Taraf’ın başına geldi, Türkiye’de liberal-demokrat kesimler çevresinde örgütlendi ve manşetler üzerinden operasyonlar yapıldı. Ki şimdi cemaati tu kaka eden meşhur İslamcı bazı yazarlar, o zaman “Önce Taraf, sonra ekmek almalıyız” diyorlardı. Ben “Bu oyunlara gelmeyin” derken ve Ergenokon ve Balyoz tutuklamalarında atın izinin itin izine karıştırıldığını söylerken ve Gülen hareketinin bu operasyonları yaptığını söyleyen yazılarımdan sonra Ahmet Şık da beni aradı ve tebrik etti. Ben de onu duruşundan dolayı tebrik ettim.
 
- Taraf önemli hatalar yaptı ama “Çongar Washington’dan geldi, Taraf’ın başına geçti” diyerek “Düğmeye basıldı ve bu isimler harekete geçti” algısı yaratmak ne kadar doğru? Ayrıca Türkiye’den ABD’ye haber aktarmak üzerine giden muhabirlerin bu algı parantezinde anılması problemli değil mi?
 
Haklısınız, böyle diyerek Taraf gazetesini kuran ekibe de haksızlık etmiş oluruz. Onlar Türkiye demokratikleşsin diye bu işi yaptılar, kim haklarında “Düğmeye bastılar, iş başı yaptılar” diyebilir? Ama süreç içerisinde onlar da nasıl bir kumpasın ve sarmalın içinde yer aldıklarını çok sonradan anladılar ya da bazıları bu tür hareketler içinde idi bilemem. Anlayanlar ve buna alet olmak istemeyenler sonradan tasfiye edildi. Aslına bakılırsa Taraf ekibinin çoğu, kendi istedikleri ve özlemini çektikleri bir Türkiye yolunda kullanıldıklarını çok geç fark ettiler. O dönemde Ak Parti de, ona destek verenler de iyi sınav vermedi. Biz bunları söylediğimizde “Balyozcu musunuz” dediler. Aynı şekilde şimdi de Gülen hareketine karşı gaza gelindi. Şimdi de öyle bir cadı avı sendromu yaşanıyor ki, birisi çıkarı için bir şey mi istiyor, hemen karşısındakini paralel diye suçlayarak aslında kendine alan açıyor. Ayrıca Gülen hareketinden asıl suçlularla değil daha çok o harekete gönül vermiş masumlarla uğraşılıyor. Yani geçmişte onların yaptıklarının bir benzeri yapılıyor. Ben de diyorum ki İslamcılara öğretmeniniz Kemalistler ve Gülenistler ise bir şey diyemem ama her geçen gün onlara benziyorsunuz. Allah Kur’an’da der ki, “Ey iman edenler Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olunuz... Bir topluluğa olan öfkeniz sizi Allah’ın adaletin ayırmasın...”. Adalet yerlerde sürünüyor.  Türkiye’de böyledir, tasfiye edenler tasfiyeye maruz kalır. Osmanlı klasiği devam ediyor.
 
 
- Sizce Abdullah Gül “Yapacağını yaptı” mı, yoksa “Yeterince ses çıkaramadı” mı?
Gül, Erdoğan ile bir ayrışma sürecine girdi. “Hizmet”in, Gül üzerinden de Ak Parti içerisinde yeşertildiğini az çok duydum. Ve Tayyip Erdoğan da bunu gördü. Bunun için Bülent Arınç ve Gül ile aralarında çatışma çıktığını görüyoruz. Gül, ilerisi için hazırlık yapmakta ve hala yapacakları olduğunu düşünmektedir.
 
- Gül sizce cemaati, parti içinde nasıl “yeşertti”?
Rektör atamalarından tutun da, bürokrasideki tutumuna kadar... Parti içindeki ekiplere kadar...
 
- Cumhurbaşkanlığı yetkilerinden bahsediyorsunuz?
Bu süreçte “hizmet”le irtibatları iyiydi. Kadrolaşmalarda sadece Gül değil, bizzat Erdoğan da vardı. Birlikte yaptılar. Hizmet’in yeşertilmesi ve güçlendirilmesine ilişkin o döneme ilişkin kimse suçlu aramasın. Devletin tepesindekiler kimlerse o dönemde Hizmet suçlu olduğu kadar bu duruma bilerek ya da bilmeyerek çanak tutanlar da suçludur. Zaten sicili temiz olmayan Gülen ekibi bir hesap verecekse onlara yardım ve yataklık edenler de hesap vermelidir. Yoksa adalet olmaz.
 
- “Gerdek evliliği” olarak yazılarınızda tabir ettiğiniz bu ittifaka dair “Yanıltıldık” dendiğinde aklınızdan geçenler ne oldu?
Tüm istihbarat, haber kanalları elinde olacak ve sen çıkıp bugün “Safmışız” diyeceksin. O dönemde muktedir olabilmek için gereken, önündeki engelleri kaldırmaktı, bunu yaptılar.
 
- 17-25 Aralık operasyonları sizce “darbe, geri boş” mu?
Toptancı bir yaklaşımla sadece “Ak Parti’ye darbe” dememek ne kadar mümkün değilse, “İddialar geçersizdir” demek de mümkün değil. Çünkü, 17-25 operasyonları, önceden hazırlığı yapılmış, hükümete ilişkin tüm açıkların hesapları tutulmuş ve zamanı gelince Ak Parti’ye karşı kullanıma hazır hale getirilmiş “hizmet” darbeleri idi. Ancak burada, sicili karanlık ve temiz olmayan “hizmet”e bu kadar güvenilmesi ve herşeyin onlara tahsis edilmesi Erdoğan ve Ak Parti açısından büyük handikaptı. Bunu görememek demeyelim de, iktidar ve çıkar ilişkisi kaynaklı bir psikoloji olarak görmek gerekir.  Eğer Ak Parti içinde bazı kişiler ne kadar yolsuzluğu bulaştıysa, Gülen cemaati de o kadar yolsuzluk, kirlenme yaşamıştır. Melih Gökçek’in ağladığı kadar var, çünkü her şeyi verdiler. Her şey Gülen hareketinin okullarına, yurtlarına aktarıldı. Bülent Arınç’ın “Söyleyeceğim” dediği şeyler de doğru ama kendisi de oradaydı. Al birini vur ötekine. HSYK’yı operasyonlar için hizmete tahsis eden kimdi; eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin. Gülen cemaati de o vakte kadar Erdoğan’a ve çocuklarına dair her şeyi biliyordu. Bunlar ilerisi için kullanıma sokulacak tuzaklara geldiler ama olan her şeye rağmen bazıları uyanmadı ya da uyanmak istemedi.
 
- “Geçmiş dahil tüm olumsuzlukların adresi olarak ‘hizmet şebekesi’nin dış bağlantılarının kirli yüzünü verilerle kamuoyuna sunmalıdır”, “Gezi olaylarındaki sert söyleminden ve polisin kullandığı şiddet nedeniyle ortaya çıkan hasardan ötürü özeleştiride bulunmalı ve bu tür hataların gerçekten de ‘hizmet’in tuzağına düşmüş olmasının sonucu olduğunu itiraf etmekten çekinmemeli” dediğiniz Erdoğan, Gezi için “Talimatı ben verdim” derken eylemlerdeki polis şiddetinin sorumlusu sizce neden cemaat?
Bu cümleler 17-25 Aralık’tan önce yazıldı. (Milat, Tarih: 30.12.2013) Erdoğan’ın bir özelliği var; hiçbir zaman sorumluluğu birlikte çalıştıklarına atmaz. Erdoğan’ın ekipçi bir ruhu vardır ve belki de tüm olumsuzluklarına rağmen onu lider yapan etmenlerin başında bu durum gelmektedir. “Yedirtmeyiz” lafının arkasında da bu var.
 
- Sizce şiddetin talimatını Erdoğan vermedi ve cemaat mensubu polisler mi operasyonları yönlendirdi?
Elbette hepsinin sorumlusu Erdoğan’dır. Ancak Gezi sürecinde Erdoğan, gemileri yakma pahasına birileri tarafından yanlış yönlendirildi. Büyük liderler her zaman için ayartılmaya ve yanlış yönlendirilmeye de matuf kişiliklerdir aynı zamanda. “Talimatı ben vermedim, başkaları verdi” mi diyecek? Bu Erdoğan’ın liderliğini kamuoyu nezdinde zayıflatmaz mı?
- Kamuoyu önündeki Erdoğan’ı değil, sizin gözünüzde bunun neden “cemaat tuzağı” olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
Güçlü liderler her zaman için en zayıf noktalarından yanıltılırlar. Farklı bir aklın devreye girip girmediğini iyi incelemek gerekiyor.
 
- “İyi incelemek gerek” dediğiniz konuda “Hizmetin hatası olduğu itiraf edilmeli” diyorsunuz.
Hizmet’in ciddi bir şekilde tuzakları var. Hizmet hiçbir zaman göründüğü şekilde olmuyor. Şu anda dahi kanımca “hizmet”, Ak Parti ve hükümette farklı, kripto kimliklerle çok güçlü.
 
- Somutlaştırır mısınız?
Somutlaştıramam. Bildiğim birçok örnek var ama bunları somutlaştırmak hiçbir şey ifade etmez.
 
- Somutlaştırmayınca iddialarınız havada kalmayacak mı?
Ben bir iddiada bulunuyorum. Derin ülkücülerin ve derin devletçilerin “hizmet”le her zaman yakın bağlantıları olmuştur. Birbirleriyle yakın bağlılıkları vardır. Bakanlıklara, kritik yerlere kimler geldi? Hizmet’le dolaylı ve doğrudan bağlantılı olan kişiler... Şimdi de sözüm ona, onları en kritik görevlere atayanlar, onları tasfiye ediyor ki, bu bir Osmanlı saray içi entrika trafiğinden başka bir sonuç vermeyecektir.
 
- Sizce bunun oranı neydi?
Karşılıklı statü ve iktidar paylaşımıydı, oranı hiç önemli değil.
 
- Siz FETÖ iddianamesi kapsamında cemaat, silahlı terör örgütü olmakla suçlandığında “Hakları yendi” mi, “Hak ettiler” mi diyorsunuz?
İktidarcı İslamcılığın geldiği nokta budur. Bir yanlıştan başka bir yanlışa savrulmaktır bu. Müslüman intikamcı olamaz ve hukuk içinde, suçlu varsa ve delil üretmeden bunlar net tespit edilirse, gereken hukuk çerçevesinde yapılmalıdır. Gerisi laf-ü güzaf ve sorumluluktan sıyrılma ameliyesidir. İktidar daha sonra “hizmet”in darbesine maruz kalmış kesimler, Ergenekon, Balyoz gibi derin ülkücü güçlerle ittifak arayışına girildi. Bu süreçte Ak Parti’nin dil ve üslubunda milliyetçiliğin artmasının nedenlerinden biri, AK-kurtlarla ittifaktır.
  
- “AK-kurt” derken kastınız kimler?
İsim veremem.
 
- Yazılarınızda da değindiğiniz Efkan Ala veya Veli Küçük’e “Paşaların en yakışıklısı” diyen Fahri Kasırga sizce AK-kurt mu?
İsimlerden bahsetmek istemiyorum. Erdoğan’ın altını oyan ve kendisinin çok güvendiği bir AK-kurt harekatı var. Dolayısıyla din soslu neo-faşist yeni bir siyasi düzen yalçın kayalarda kuruldu ve kurulmaya devam ediyor. Çok ironik olacak ama hem de farkında mıdır bilemem ama Erdoğan eliyle...
 
- Erdoğan’ın Gülen cemaatinden sonra ittifak yaptığı söylenilen askeri mi, yoksa Ak Parti’nin kendi içinde, Erdoğan’ın yol arkadaşı olarak gördüğü ve ilgili iddianamelerde yer almayan bir gruptan mı bahsediyorsunuz?
 
İkinci grupla birlikte Türkiye’deki derin devlet aklıyla irtibatlı olan diğer güçleri de işin içine katıyorum. Elbette Erdoğan “hizmet”in operasyonlarını gördüğünde kendini sağlama almak için bu gruplarla ittifak yaptı.
 
- Sizce yeni ittifakların fikir babası Erdoğan mı?
Orayı bilemem.
 
- “Zamane operatörleri için parti veya bürokrasi fark etmez, onları güce taşıyan herkes katırdır. Onların yeri gelir derisini yüzerler.” Bu cümlenizde geçen “operatörler”, saydığımız isimler mi?
İsimler üzerinden gitmeyelim, bu kişiler binekleri değiştirirler.
 
- Siz bu kişilerin Erdoğan’ın yönetiminde Erdoğan’ın altını oyduğunu ileri sürüyorsunuz.  
Çelişki gibi gözüküyor. Erdoğan, karizmasıyla gücüne güç katıyor gibi görünüyordu ama Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na geçmesini hiç istemeyenler de, “Hakkıdır” diyenler de aslında Erdoğan’ı Köşk’e göndermek istediler. Orada etkisizleştirileceğini düşündüler. Çünkü partinin başında olduğu sürece başka güçler partiye hakim olamayacaktı. Erdoğan da isteyerek ve kontrolünü kaybetmemek için çok güvendiği kişilerle Cumhurbaşkanlığı’na çıktı. Ama sonucun ne olacağını hep birlikte göreceğiz. Ben cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde bugünlere gelineceğini yani 2015 seçimleri birlikte Erdoğan’ın Aksaray’da etkisizleştirilip yalnızlaştırılacağını ve bunu da Ak Parti içindeki güçlerin çatışma sonucu gerçekleştireceğini bol bol yazmıştım. Başka bir deyişle Ak Parti içinde büyük bir çatışma, özellikle seçimde sonra ortaya çıkacak demiştim. Sürecin beni doğrulamasını istemezdim ama öngörülerim tuttu. Bu süreçte Ak Parti içinden “Köşk’e gittin, siyasete artık bu kadar müdahil olma Reis” sesleri çıktı. En son Diriliş Postası’nda Hakan Albayrak’ın sözleri birilerini rahatsız etti.
 
- Sizce de Cumhurbaşkanlığı, anayasal olarak bu cümleleri gerektiren bir makam değil mi?
Olması gereken bu zaten. Bizim de derdimiz bu.
 
- Sizce Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı’na çıktıktan sonra etkisizleştirilmiş mi oldu?
 
Bunu aşikar görmek için 7 Haziran seçimini ve sonrasını görmemiz lazım derken bunu kastetmiştim geçen yıl. Ama süreç o yönde ilerliyor gibi.
 
- Seçimde ne olursa gözünüzde Erdoğan etkisizleşmiş olacak, başkanlık ile arasındaki mesafe büyürse mi?
 
Hep Ak Parti üzerinden konuşuyoruz. Seçimde Ak Parti büyük ya da küçük bir ders ve uyarı alması beklenir bir durumdu. Artık bu sıklet bu bedene sığmamaya başladı. Siz çözüm sürecini yönetiyorsunuz. Kimsenin elini altına koymadığı büyük bir taşı yerinden oynatmaya çalışıyorsunuz ancak seçim sathında bunu kullanmıyor hatta sümen altı edip, milliyetçi oylara oynuyorsunuz. Çözüm sürecini yönetiyor, yasal çerçeveye kavuşturuyor, karşılıklı masada görüşmeler yapıyorsunuz, sonra seçim sürecinde Kürt sorunu yoktur diyorsonuz, hatta dindar olmayan Kürtleri ve PKK’lıları kastederek Kürtlerin bir kısmına Zerdüşt falan diyorsunuz, Kobani’de Kürtler için kırılma noktası olan, “Kobani düştü düşecek” diye tarihi bir hata ile tüm Kürtlerin, Ak Parti’ye tepki olarak HDP’de kenetlenmesine vesile oluyorsunuz. Bütün bunlar yanlış stratejilerdi ve dindar Kürtlerin çoğu hatta neredeyse tamamı, doğru ya da yanlış kendilerinin kandırıldığını hissetmeye başladılar. Ayrıca Ak Parti’den umduğunu bulamayan, adaleti satın alan uygulamalara tepki gösterenler de tepkilerini HDP ya da MHP ekseninde ya da sandığa gitmeyerek gösterdiler.  İnsanların pek çoğu bu türden şeyleri ve artık çantada keklik olmadığını, iktidar kibrini ve özellikle de hükümette ya da partide yolsuzluğa bulaşmış ancak hesap vermesine bile izin verilmeyen durumları görmeye başladılar. “Ak”saray’a teslim olan iktidarcı İslamcılığa, sistem karşıtı ve önceki dönemleri mağdurları olarak yeni devletleşen Ak Parti ile birlikte sistemi tahkim eden hatta mağrurlaşan hallere tepkilerini bir şekilde ortaya koydular. Devletin muhafazakar kan ve bedenle kendini tahkim etmesine, tüm mücadelemiz varolan müesses nizamı güçlendirmek miydi diye feryat edenler tepkilerini ve uyarılarını ortaya koydular. Bu uyarıdan ders alınabilirse, farklı bir heyecanın yeniden yakalanması mümkün ancak bunun emarelerini pek göremiyorum ne yazık ki.
  
- İktidar partisi olduğu için. Söyleşide “din soslu neo-faşist bir devlet”in geleceğinden bahsederken bir yazınızda da “Ala ve çevresinin götüreceği yer 1990’ların devleti” diyorsunuz.
 
Çözüm sürecini yöneten ekip kimdi?
- Beşir Atalay.
Beşir Atalay şimdi neden yok? Onun yerinde kimler var? Bu durum bizi nereye götürecek bilmiyorum. Seçimlerden sonraki süreçte ve ufukta koalisyon olsa bile seçim hükümeti gibi oluşumlar döneminde daha net görülecek ama kaotik ve içinde bol çatışmanın olacağı bir döneme evriliyoruz gibi.
Abdullah Öcalan bu süreci nasıl yönetir bilemiyorum. Ama Ak Parti’nin Davutoğlu önderliğinde ne kadar oy alırsa alsın parti içinde iç çatışma yaşanma potansiyeli var. Seçim sonuçları birilerine kesilmekte ve güçlüyken görülmeyen ya da ortaya çıkmayan çatışma potansiyeli gitgide artmaktadır. Ancak çatışmanın Erdoğan aleyhine büyüme ihtimali yüksektir. Erdoğan, en çok güvendiği şahsiyetler ve Akkurtlar eliyle etkisizleştirme ve yalnızlaştırılma operasyonu altında ve kendi eliyle kendi ayağına kurşun sıkarcasına, altı oyulmaktadır ancak bunun farkında mıdır bilemiyorum.  
 
- “Başbakan ve ekibi bizzat Erdoğan çizgisine kurşun sıkmakta”, “Erdoğan’ın tabutuna son çiviyi onlar çakacaklar” dediğiniz için soracağız: Erdoğan’ın tasfiye edilmesi koyduğunuz ihtimaller arasında mı?
Ama bunlar çok ileriye yönelik öngörüler.
 
- Ve sizin öngörüleriniz.
Bunlar olmaya da bilir, yanılabilirim. Ama geleceğe ilişkin öngörülerim bunlar.
 
- 1990’lar benzetmesini açabilir misiniz; örneğin sizce faili meçhuller geri mi dönecek?
Bir iktidar bloğu çözülüp dağılırken ve yenisi kurulurken genelde bu tip kaotik dönemler yaşanır. O dönemlerde atın izi itin izine karışır ve faili meçhul gibi her türden toplumsal, siyasi ve iktisadi karmaşalar yaşanır.
 
- Sizce Erdoğan’ın önündeki en büyük tehlike Erdoğan mı?
Evet. Siz bir lider olarak bir noktaya kadar gidebilirsiniz. O nihai noktanın düşüşü olacaktır. O düşüşü hızlandırmaktansa, Ak Parti’nin kuruluşundaki daha adil, kucaklayan anlayışa dönmek gerekiyor. Aksi kendi ayağına kurşun sıkmaktan beterini üretme potansiyeline sahip. Erdoğan karizmatik ve güçlü bir liderlik ancak siyaset sosyolojinde karizmatik otoriteyi anlatırken bizim vurguladığımız bir şey var ki, karizmatik otorite tepe noktasında iken karizmanın çizilmesini bir kez yaşadı mı gerisi gelir ve karizma rutinleşir. Şu an Erdoğan’ın yaşadığı travma  tam da budur. Ona aşık olanlar dahi nefrete yönelebilir. Çünkü aşırı aşk ile aşırı nefret arasında ince bir çizgi vardır ve birbirlerini hep beslerler. Bu da karizmayı götüren en zayıf damardır. 
 
- Sizce iktidarı dinleştiren bir partinin nihai hedefi nedir? Geleceğe dair nasıl öngörüleriniz var; Türkiye nelere tanık olabilir?
İktidarı itikatlaştıran ve dinleştiren bir partinin derdi din falan değildir. Bütün bunlar iktidar, güç ve zenginlik için birer paravandan ibarettir. Süreç içinde açık görüldü. Ak Parti de diğerleri gibi geldiği şaşalı dönem gibi büyük bir çöküşle gidecek ve yerine başkaları gelecek. Türkiye’de devletin aklı ve tanrısı iyi işliyor. Kendine muhalif olan hareketleri onları iktidara getirip sonra her ilacın bir kullanım ömrü vardır mantığında olduğu gibi tasfiye etmesini iyi biliyor. Şimdi sıra sözüm ona yeni solun liderliğine oynayan Kürt hareketinin önü açılmakta ve onlar üzerinden yine aynı operasyonlara imza atılacak gibi görünüyor.
 
- Gülen cemaati bir STK olduğunu savunurken bunları tartışıyoruz. Ak Parti döneminde kurulan STK’ların nasıl bir işlevi oldu sizce?
Gülen cemaatine mensup hiçbir STK olmadığı gibi, Ak Parti ile bağlantılı kuruluşlar da tam anlamıyla birer STK değildir. 2007 yılında ADD, Liberal Düşünce Topluluğu, MazlumDer ve İnsan Hakları Derneği üzerinden ciddi bilimsel bir makale yazdım. Türkiye’de MazlumDer ve İHD dışında yüz binleri geçen hiçbir sivil toplum kuruluşu, STK değildir. İktidara eklemli STK olur mu? STK’ların doğru bir işlevi olmuşsa o da şudur: Kendilerine yakın iktidarı toplumsal alanda pekiştirecek eylemlere imza atmak. STK’larda muhalif bir duruş, adil bir dil olmadığı sürece bu böyle devam edecek.
 
- Bir adım ileriye gidip iktidara yakın STK’lar hakkında “at sinekleri” tanımı yapıyorsunuz.
Siz iktidardan nemalanıyorsanız sivil toplum hak getire. Devleti itikatlaştıran İslamcılık yüzünden, sivil toplum da devletleşmektedir. Yani sadece sorun iktidarcı İslamcılık da değildir. Bu süreçle birlikte, ne yazık ki, dün muhalif olduğunu sandığımız İslamcı STK’ların çoğunluğu da kendilerine yakın bir parti iktidara geldiğinde hepten devletin aklı ile özdeşleştiler ve onların dümen suyunda yıkandılar. Türkiye’deki Müslümanlık açısından bu oldukça trajik bir durumdur.  Yani iktidarcı İslamcılık, İslamcı STK’ları da devletleştirdiler.
 
- Ekim 2014’te, yaklaşık 50 bin tirajla en çok satan 24. gazete olduğu yazılan Milat, en çok resmi ilan alan 12. gazete oldu. Sizce de bu denklem sorunlu mu?
Ben öncelikle üniversitede akademisyenim, siyasi analizler yapıyorum. Bu çerçevede 2011’de yayın hayatına başlayan Milat’ta yazmaya başladım. Bana, özgürce fikirlerimi söyleme ve siyasi analizler yapma fırsatı veren Milat’a ve ekibine teşekkür ederim ancak bu dediklerinizi ilk defa duydum.
 
- Milat’ı okuyor musunuz?
Okuyorum ve İnternet sitelerine bakıyorum elbette.
 
- “İşte her haberi okuyabildiğim bir site” diyor musunuz?
Çok fazla gazete okumam, sitelere de o kadar sık bakmıyorum. Ara sıra ve önemli siyasi kırılma anlarında bakıyorum. Çünkü trendi biliyorum. Türkiye’de kimin, neyi savunacağını bilmiyor muyuz?
 
- Söyleşi boyunca dile getirdiğiniz fikirler, Milat’ın çizgisine paralel değil. Ancak Yıldız Ramazoğlu, Cihan Aktaş, Fatma Bostan Ünsal gazeteyle yollarını ayırırken siz ayırmadınız. Bu bahsettiğiniz ilgisizlikle açıklanabilir mi?
Bahsettiğiniz bu isimler Türkiye’de yıllardır Müslüman camianın vicdanı olmuş çok değer verdiğim insanlardır. Milat gazetesi bana bir ortam verdi ve yazıyordum.  Bu durum ilgisizlikten ziyade Milat’ın açtığı ve engellemediği bir platformda ben Allah’a şehadet görevimi yaptığımız ve tarihe tanıklık ettiğimin bana verdiği ruh ile yani bir sorumluluk anlayışı ile yazıyordum. Gerisini bilmem. Dört yıldır da yazarken bana birkaç yazımın yayınlanmaması ve bazı yazılarımın yumuşatılarak yayınlanması dışında herhangi bir müdahalenin olmaması, Milat’ın zenginliği olarak görülmeli. Ancak süreç içinde daha çok iktidara yakın yayın politikası takip eden Milat’la yollarımız ayrılmış oldu. Daha açık konuşmak gerekirse, Milat’ta yazdıklarıma Milat’ın yayın politikasının daha fazla dayanma gücü kalmamıştı, son veda yazımdan önceki yazımı yayınlamadılar, sonra ısrar ettim, onlar da yumuşatırsanız yayınlarız dediler ve ben de yumuşattım ve yayınladılar. Sonra veda yazısı yazacağım dediğimde tamam dediler. Yazılarınız yüzünden sıkıntılar yaşıyoruz dediler ve benim veda etmemi hoş karşıladılar ve ben de veda etmek durumunda kaldım. Ancak süreç içinde, “bunları yazarak Müslümanların gönüllerine sesleniyorsunuz” diye teşekkür eden okurlar da oldu.
 
- Müdahale etmemeleri elbette bir artı. Ancak Ömer Faruk Gergerlioğlu, bazı gazetecilere yönelik ithamlara karşı başlattığı kampanyaya Habervaktim’in müdahalesini ortaya çıkardıktan sonra Milat’tan çıkarıldı.
Ben bu konuda bir yazı yazdım ve Milat’ta yayımlandı. Ömer Faruk Gergerlioğlu vicdanlı, iyi bir insandır ve onun haklarının gasp edilmesini kritik ettim. Demek ki böyle bir damar da var. Bizim İslami muhalefete ihtiyacımız var. Vicdanlı sol ile vicdanlı Müslümanların barışması ve iktidarcı İslamcılığı, iktidarcı solculuğu, iktidarcı Kemalizmi ortadan kaldırması lazım. Müslümanların din anlayışını gözden geçirmesi, aklileştirmesi ve solun da din konusundaki anlayışından kurtulup anlamaya çalışması gerekiyor.  
Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Âdem Çaylak