Web Tasarım Ankara

NE KİŞİ NE DE DEVLET ‘LAİK’ OLUR!

Kürşad Atalar

mkatalar@hotmail.com

29.04.2016

            Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın başlattığı ‘dindar anayasa’ tartışmaları elbette pek çok konuyu ele almayı gerektiriyor. Ancak bendeniz bunlar içerisinde bir tanesini görece daha önemli görüyorum. O yüzden bu yazıda bu hususu değerlendirmeye çalışacağım.

            İddia şu: “kişi laik olmaz, devlet laik olur!” Biliyoruz ki, bu söz, Milli Görüş camiasının ‘merkez siyaset’e oynadığı günlerden beri bu kesimin (özellikle de ‘yetkili’ çevrelerinin) dillerine pelesenk olmuş bir klişedir. Önceden ‘laiklik’ bu camia için pek matah bir şey değilken, 1990’lı yılların ilk yarısından itibaren söylem tedricen değişmiş ve kavram, özellikle de AKP döneminde, muhafazakar çevrelerde ‘itibar’ kazanmıştır. Burada ‘orta yolcu’ bir yaklaşımın benimsendiğini görüyoruz. Yapılmak istenen, hem egemen çevrelerin Şeriat korkularının yersiz olduğuna dair bir mesaj vermek hem de tabanı da kaybetmeden merkez siyasette etkin bir rol oynamaktır. Geçen süreç içerisinde bu mesajın ilgililerince alındığını söyleyebiliriz; zira AKP iktidarı döneminde ciddi bir ‘yol kazası’ ile karşılaşılmadığı gibi, bu yeni yaklaşımdan dolayı ‘dindar’ tabanın partiye desteğinde de bir azalma olmamıştır.

            Yeni yaklaşımın süreç içerisinde ‘işlev’ini gördüğüne şüphe yok. Ama ‘hakikat’ nazarında bir değeri var mı? Bizim asıl bu noktaya odaklanmamız gerekiyor.

            Bilindiği üzere, bu anlayışın savunucuları, meşruiyet gerekçelerini Batı’daki belirli bir laiklik uygulamasına dayandırıyorlar. Buna, kısaca, ‘İngiliz-tipi laiklik’ diyebiliriz. Tabii ki, bunun karşısında da ‘Fransız-tipi laiklik’ uygulaması var ki, mezkûr anlayışın sahipleri, sorunun kökeninde bunu görüyorlar. İddiaya göre, ilki ‘özgürlükçü’ laikliğe, ikincisi ise ‘baskıcı’ laikliğe karşılık geliyor! Bu anlayışa göre, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana uygulanan tip ikincisi olduğu için, ülke insanı fikirlerini ‘özgürce’ ifade edemiyor ve bu yüzden de siyaset, bir türlü normalleşemiyor. Yapılması gereken ise, Fransız-tipi laiklikten vazgeçip İngiliz-tipi laikliğe geçmek! Deniliyor ki, bu yapılırsa, tıpkı Batı’da olduğu gibi, bizde de ‘din ve vicdan özgürlüğü’ sahici bir şekilde sağlanır ve mesele de böylece kökünden halledilmiş olur!

            İngiliz-tipi laikliğin mantıksal gerekçelerine baktığımızda da şu savlarla karşılaşıyoruz: Kişiler Müslüman, Yahudi, Hıristiyan vs. olabilirler ve ‘özel’ alanlarında bu dinlerin gereklerini yerine getirebilirler; ama ‘devlet’ dediğimiz kurum ‘kamusal’ alanla ilgilidir ve bu alanda, dinin değil ‘aklın’ ilkeleri veya ‘bilim’in yasaları geçerli olmalıdır. O yüzden devlet, bütün dinlere, inançlara, ideolojilere vs. eşit mesafede durmalı; hiçbir dinin tarafını tutmamalı, birini diğerine karşı kayırmamalıdır. Bireyler de dini inançlarını ‘kamusal’ alana taşımamalı; bu alanda dinsel sembollerle bulunmamalı ve böylece diğer ‘birey’lerin özgürlük alanına müdahale etmemelidir.

Peki, bunlar doğru mu? Dini ‘özel’ alanla kayıtlamak mümkün olabilir mi? Devlet ‘din’lere karşı eşit mesafede durabilir mi? ‘Kamusal’ alanda niçin aklın ilkeleri veya bilimin yasaları geçerli olmak zorunda? Buna itiraz edilemez mi?

Bu sorulara cevap arayacağız elbette, ama öncelikle şu noktaya dikkat çekmek gerekiyor: muhafazakâr kesim, siyasetçisiyle ‘aydın’ıyla son yıllarda öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki, “kişi değil, devlet laik olabilir” anlayışı bu çevrede neredeyse hiçbir itirazla karşılaşmıyor! 1990’lı yıllardan önce laikliği tabiri caizse ‘dinsizlik’ olarak görenler, artık yeni bir keşifte bulunmuş kişi edasıyla ve rahatlıkla: “kişi değil devlet laik olur; devlet dine karışmamalı, kişi de Müslümanlığını özel alanında serbestçe yaşayabilmelidir” diyebiliyorlar! Ve bu kesimden bazıları (örneğin, cumhurbaşkanı ve başbakan) bunu o kadar kendilerinden emin bir şekilde söylüyorlar ki, sıradan insanlar, bu tavra ve edaya bakarak, bu sözde bir ‘sorun’ olabileceği düşüncesini aklına bile getirmiyor!

Gerçekten bu söz, bu kadar kolaylıkla kabul edilebilir mi? Bu ifadelerde itiraz edilebilecek hiç mi bir şey yok? Ben öyle düşünmüyorum. Bana göre, bu ifadeler ‘sorunlu’dur ve mezkûr iddianın da ciddi bir biçimde sorgulanması gerekmektedir.

Öncelikle kişinin ‘laik’ olup olamayacağı meselesine bir bakalım. İddia edildiği gibi, gerçekten de kişi, ‘laik’ olamaz mı? Yani bir insanın illa bir ‘din’inin (veya bir ‘din adamları sınıfı’na mensubiyetinin) mi olması gerekiyor? Hiçbir dine bağlı olmadan (yani bir ‘ateist’ olarak), bir insan yaşayamaz mı? Yahut da bu ‘din’in illa İslam, Müslümanlık, Yahudilik, Budizm, Şintoizm vs. mi olması gerekiyor? Kişi, bunların dışında bir ‘din’ benimser ve onu yaşamak isterse (hatta bir kişi ‘yeni bir din’ ihdas ederse) ne olacak? Hem sonra bu ‘din’ denilen şey nedir? Kurulu düzenin veya kamuoyunun ‘din’ olarak kabul ettiği şeylere mi ‘din’ dememiz gerekiyor, yoksa ‘ideolojiler’i de birer ‘din’ olarak kabul edebilir miyiz?

Bu sorulara cevap aramadan önce, ‘din’ ve ‘laiklik’ terimleri üzerinde bir mutabakata varmamız gerekiyor. Çünkü farklı kesimler bu terimlere farklı manalar verebiliyorlar. Örneğin, “kişi değil, devlet laik olur” veya “laiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır” gibi sözleri söyleyenlerin ‘din’den (veya ‘laiklik’ten) anladığı ile bir İslamcı’nın ‘din’den (veya ‘laiklik’ten) anladığı aynı değildir. İslamcı için, ‘din’ hayat tarzı demektir; dolayısıyla da ‘din’siz insan olmaz. Yani her insanın bir inancı, hayata ve evrene bir bakışı, bu nedenle de bir ‘ideolojisi’ (ve ‘din’i) vardır. Fakat ‘modernleşmiş’ kesimler için ‘din’, büyük insan toplulukları tarafından benimsenen ve doğruluk veya yanlışlıkları tartışılamayan inanç sistemleri (religion)’dir. Bu nedenle, ‘bilim’in en hakiki mürşit olduğu çağdaş dönemde, bunların kamusal hayatta yeri yoktur, olmamalıdır.   

 Burada “dinsiz insan olmaz” tezi ile “kişi laik olmaz” savının ilk bakışta birbirine benzediği söylenebilir ama bu doğru değildir. Çünkü ikinci tezi savunanların kastı, kişinin inancını ancak ‘özel’ hayatında yaşayabileceğidir. Bir İslamcı için ise, inancın yaşanması noktasında ‘özel’ ve ‘kamusal’ alan ayrımı yapılamaz. Müslüman her yerde Allah’ın emirlerine uymak zorundadır. Buna ‘kamusal alan’ da dahildir.

            Ayrıca “kişi laik olmaz” tezinde şöyle bir zorluk da vardır: özel hayatında inancının gereğini yerine getiren kişi, kamusal hayatta bu inançlarından nasıl sıyrılabilecek ve ‘laik’ bir tutumu benimseyebilecektir? Bir insan için (daha doğrusu, bir ‘dindar’ için) bu ne kadar mümkündür? Batı’daki uygulamaya baktığımızda, Ortodoks ve Katolik dünyada bu hususta bazı sıkıntıların olduğunu, ama Protestan dünyada genel olarak bu noktada sıkıntı yaşanmadığını görüyoruz. Bunun nedeni bellidir: Lutheryan inanca göre, “iman ile amel ayrıdır.” Yani bir kişi, dini ritüellerin hiç birini yapmasa bile, inancı sayesinde kurtuluşa erebilecektir! Pür manada ‘modernleşmiş’ kapitalist toplumlarda ‘dini lakaytlığın’ sebebi budur. Fakat ‘dindar’ bir toplumda bu anlayışı yerleştirmek mümkün olabilir mi? Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda modernleşme tecrübesi geçiren Müslüman Dünyası’nda bunun olamayacağı açıkça görülmüştür. Zira bu dünyanın ‘dini bütün’ insanları, İslam’ın ‘total’ bir din olduğuna ve hem bireysel hayatta hem de toplumsal hayatta ‘din’in emirlerine göre yaşamak gerektiğine inanmaktadırlar!

Gelelim “devletin laik olabileceği” tezine. Bana göre, bu tartışmada asıl üzerinde durulması ve sorgulanması gereken iddia budur. Burada şu söylenmek istemektedir: “devlet, ‘ortak iyi’nin temsil edildiği ‘kamusal’ alanda ‘bilim’in yasalarına göre faaliyet gösteren bir kurumdur; bu yüzden, doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamayacak farklı inançların istek ve talepleri doğrultusunda yönetilmemelidir. Yani devlet, bütün inanç gruplarına eşit mesafede olmalıdır. Ancak böyle olursa toplumsal barış sağlanabilir.”

Öncelikle ifade edilmelidir ki, bu tez, ‘kavram kargaşası’ndan kaynaklanan ciddi bir zaafla maluldür. Zira İslam’ı da diğer ‘inanç sistemleri’ (religion) ile bir tutmaktadır. Halbuki İslam, doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamayacak subjektif bir itikat değil, ‘Hakikat İddiası’ olan bir ‘din’dir (modern terminoloji ile ifade edecek olursak, ‘objektif bir gerçeklik’tir) ve modern dönemde de bu iddiasından vazgeçmiş değildir. Bu şu demektir: İslam’ın ‘kamusal alan’da da söyleyecek sözü olacaktır!

Peki, bu iddianın çağdaş dönemde bir geçerliliği var mıdır? Yani İslam, çağdaş dönemde ‘bilim’in tekeline bırakılmış alanlarda söz sahibi olabilir mi? Bana göre olabilir. Çünkü yanlışlanamadığı sürece, her Hakikat İddiası’nın (bireysel olsun, kamusal olsun) her alanda geçerlilik ve üstünlük savlaması mümkün ve meşrudur. Bu açıdan bakıldığında, rahatlıkla şu söylenebilir: bütün insanlığın kaderini belirleme noktasında (nihai hakikate ulaştığını hala söyleyemeyen) ‘bilim’in iddiası olabiliyorsa, hakikat iddiası yanlışlanamamış İslam’ın bu alanda neden iddiası olmasın?

Tabii burada İslam’ın ‘Hakikat İddiası’nın yanlışlanamadığı yönündeki tezimizi açmamız gerekiyor. Bana göre, mevcut haliyle Hıristiyanlık ve Yahudilik, bilimin ‘yanlışlanma’ kriteri açısından sınavı geçememişlerdir. Zira İncil ve Tevrat’ın ‘tarihsel’ metinler olduğu konusunda elimizde birçok veri ve kanıt bulunuyor (Galileo’nun meşhur sözlerini ve yaşadığı zorlukları hatırlayalım). O tarihten bu yana, bilimin (yani özellikle de fizik, astronomi, biyoloji, antropoloji ve tarih disiplinlerinin) gelişmesiyle birlikte, Kitab-ı Mukaddes’e ‘insan eli’ değdiği rahatlıkla söylenebiliyor. Fakat aynı şeyi Kur’an için söylemek mümkün değil. Tabii ki Kur’an için de ‘tarihsel bir metin’ olduğu yönünde iddialar var; fakat biliyoruz ki, bunlar ‘iddia’ olmanın ötesine geçememiştir. Özellikle de kevnî ayetlerin yanlışlanması konusunda Batı Dünyası’nda birçok çaba olmasına rağmen, böyle bir şey kanıtlanamamıştır. Ahlak ilkeleri konusunda ise, zaten, ciddi bir kritik söz konusu değildir. Geriye ‘hükümler’ konusu kalıyor ki, bu da ‘normatif’ bir tartışmanın konusudur. Yani bu hususta ‘yanlışlama’ kriteri kullanılarak bir eleştiri yapılmadığı için, öne sürülen görüşler ancak ‘subjektif’ kanaat değeri taşımaktadır.

Buradan şu neticeye ulaşmış oluyoruz: ‘yanlışlanamamış’ Hakikat İddiası’na sahip bir din (‘ideoloji’ veya ‘yaşam tarzı’) olarak İslam’ın, sadece bireysel alanda değil, ‘kamusal’ alanda da talepleri olacaktır ve bunu doğal karşılamak gerekir.

Son olarak şu soruya da cevap vermemiz gerekiyor: herhangi bir inanç sistemi veya ideolojiye bağlı kalmadan devleti idare etmek mümkün müdür? Bugüne kadarki pratiğe baktığımızda bunu göremiyoruz. Zira ‘hakimiyet’ dediğimiz olgu, böyle bir şeyi kabul etmiyor. Bütün siyasi organizasyonlar, bir ‘kurucu irade’nin ortaya çıkmasından sonra vücut bulabiliyorlar. Bu irade ise, ancak belirli ‘ilkeler’e göre tesis olunabiliyor. İlkelerin coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre farklılık arz arz ettiğini ise hepimiz biliyoruz.

Geriye ‘trafik kuralları’ gibi ‘nötr’ alanlar kalıyor. Bu gibi alanlarda, farklı inanç ve kültürlere sahip toplulukların ‘uyumlu’ hareket etmesi, aklın ve mantığın gereğidir. Bunu tartışmaya bile gerek görmüyorum.

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Kürşad Atalar