Web Tasarım Ankara

SEÇİM VE MEŞRUİYET

Kürşad Atalar

mkatalar@hotmail.com

04.07.2016

 

            Seçim, en yalın ifadesiyle, farklı alternatifler arasında yapılan tercihtir ve insan iradesinin mahiyetine ve ‘değer’ine dair ipuçları verir. Kişisel olarak yapıldığında da, toplumsal olarak yapıldığında da ‘sonuçları’ olur. Bir mağazadan elbise seçen kişi, kumaş kalitesi, renk ve stil bakımından yapmış olduğu tercih ile ‘kıyafet’ konusunda kendi beğenileri ve kişiliğine dair işaretler verdiği gibi, o toplumun kıyafet tercihleri veya beğenilerine dair de bir takım ipuçları sunar. Aynı şeyi, ‘eş seçimi’ veya ‘yönetici seçimi’ için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Seçilmiş olan ‘eş’e bakarak, kişinin beğeni ve hatta ‘karakteri’ hakkında bir takım sonuçlara ulaşılabileceği gibi, seçilmiş olan ‘yönetici’ye bakarak o toplumun siyasi tercihleri ve hatta ‘vasfı’ hakkında bazı neticelere ulaşmak da mümkündür. “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz” sözü tam da bunu ifade etmektedir.

            ‘Siyaset’ ve ‘yönetim’ alanında ‘genel kural’ şudur: insanlar yöneticilerini kendileri seçerler (veya razı oldukları idare altında yaşarlar)! Tarih boyunca, bunun böyle olmadığına, özellikle de tiranların, despotların ve otokratların ‘zor’a dayalı olarak hüküm sürdüklerine dair birçok örnek gösterilebilir ancak bu, yine de bu kuralın geçersizliğine dair bir kanıt olarak sunulamaz. Zira eğer toplum, bir yöneticiyi ‘despot’ olarak görüyorsa ve bu konuda o toplumda bir ‘genel kanı’ varsa, o toplum ne yapıp eder, o yöneticiyi iktidardan uzaklaştırır. Ama eğer o despot, (hangi yola olursa olsun) iktidara gelmişse ve bunu sürdürüyorsa, burada ‘halka rağmen’ bir yönetimin olduğunu söylemek zordur. Çünkü beğenmenin olduğu gibi, beğenmemenin de sonuçları olur! Olmuyorsa, o zaman başka bir izah bulunmalıdır.

            Bendeniz bu izahı şöyle buluyorum: yönetimler ‘tercih ederek’ veya ‘zorla’ değişebilir; fakat iktidarın devamı, açıktan veya zımnen, bir ‘onay’ ile mümkündür.

            Bunu şöyle örneklendirebiliriz: Haçlılar veya Moğollar, Müslüman Dünyası’nın bazı bölümlerini ‘zor’la ele geçirmiş ve yaklaşık olarak iki asırlık bir süre boyunca buralarda hükümran olmuşlardır. Bu dönem boyunca, Müslüman halk, bu yönetimleri meşru görmemiş ve gücü oranında da bunlara karşı direnmiştir. Sonuçta Haçlılar, mağlup olarak kendi ülkelerine dönmüşler, Moğollar ise, zorla ele geçirdikleri toprakların insanlarının dinini benimseyerek, bir anlamda ‘asimile olmuş’lardır. Burada şunu görüyoruz: yerel halk her iki yönetimi de içselleştirmemiştir. Yani her iki iktidarın da temelinde ‘rıza’ yoktur; o nedenle de, bir süre sonra (bu, iki asırlık uzun bir süre bile olabilir) zevale uğramıştır!

            Fakat biliyoruz ki, ‘zor’ ile ele geçirilen toprakların halklarının tepkisi her zaman aynı şekilde değildir. Nitekim savaş yoluyla bir ülkeyi ele geçiren nice yönetimler vardır ki, orada uzun asırlar boyunca bunların hükümranlıkları devam edebilmiştir. Bunun nedeni, esas olarak, ‘uygulama’dır. Yani yönetime geliş biçimi açısından belki ‘rıza’ yoktur, ama yönetimin devamı bakımından istila olunan ülkenin insanının ‘rıza’sı vardır! Bunu, Müslümanların ilk iki asırda yürütmüş oldukları ‘fetih’ faaliyetlerinde net olarak görüyoruz. Tarihteki en hızlı fetih süreçlerinden biri olmasına rağmen, fethedilen ülkelerin halkları, fetihten sonraki dönemde yönetimlere karşı hemen hiçbir direnç göstermemiş ve fethedilen toprakların insanları hızlı bir ‘müslümanlaşma’ süreci yaşamışlardır. Bunu, rahatlıkla, bir ‘onay’ olarak almak mümkündür. Aynı şeyi Osmanlılar’ın Balkanlar’daki yürüyüşü için de söylemek mümkündür. Fethedilecek ülkelerin insanları, daha fetih gerçekleşmeden önce, “Osmanlı sarığını kardinal külahına değişebileceklerini” ifade ediyorlarsa, bu ‘yönetim’in zora değil, rızaya dayalı olarak sürdüğüne kuşku yoktur.

            Aynı şeyi, sömürgecilerin özellikle de Müslüman Dünyası’ndaki iktidarları için söyleyebiliyor muyuz? Bence kısmen söylenebilir; fakat büyük ölçüde, burada bir ‘onay’ olmadığı açıktır. Bunun kanıtı da, Müslüman Dünyası’nda, sömürgecilerin istilasından sonra kurulan yönetimlere yönelik bir ‘itiraz’ın sürekli var olmuş olmasıdır. Bu, başlarda ‘isyanlar’ şeklinde tecessüm etmiş iken, daha sonra (yani fiili mücadele imkanı kalmadıktan sonra), ‘İslami Hareketler’ şeklinde tezahür etmiştir. Bugün Müslüman Dünyası’nda hüküm süren iktidarlar (İran kısmen hariç), asla, bu toprakların asli sahiplerinin duygu ve düşüncelerine tercüman olan yönetimler değillerdir. Bunlar, öyle veya böyle, sömürgecilerin mirasçısı ‘küresel iktidar’a ram olmuş veya onunla işbirliği içinde çalışan yönetimlerdir ve halkın ‘rıza’sını alarak ‘(yahut ‘seçimle’) iktidara gelmedikleri gibi, onun rızasıyla da iktidarlarını sürdürmemektedirler. Bütün Müslüman Dünyası’nda İslam’ı referans alarak faaliyet gösteren İslami Hareketler’in sömürgecilik döneminden beri hep var olmasını böyle okumak gerekir. Eğer Müslüman Dünyası’nda buna dair bir genel ‘onay’ olsaydı, Müslüman Dünyası’ndaki halkların da, tıpkı Batı’da olduğu gibi, demokrat, sosyalist veya liberal yaşam tarzlarından birini gönülden ve isteyerek benimsemesi (ya da Müslüman Dünyası’nda İslam’ı bir ‘hayat tarzı’ olarak benimseyen ve ‘kitlesel’ mücadele veren hareketlerin çıkmaması) gerekirdi. Yani eğer böyle bir ‘onay’ olsaydı, tıpkı Moğollar’ın zaman içerisinde Müslümanlaşması gibi, Müslüman halkların da ‘Batılılaşması’ gerekirdi. Ama bunun böyle olmadığını görüyoruz. Müslüman halklar, kesinlikle diğer kıta ülkelerinin halkları gibi Batılılaşmamış, ‘modernleşmemişlerdir.’ Burada Japonya örneğini ele alabiliriz. Birçoklarının sandığının aksine, Japonya, kanaatimce, ‘modernize’ olmuş bir ülkedir. Sadece siyasi kurumlarıyla değil, halkının ‘yaşam tarzı’ ile de Japonya böyle bir ülkedir. Bir ülke ‘zorla’ istila edilebilir; ama asla bir ‘anayasa’yı zorla benimseyemez (hatırlayalım ki, Japonya’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra kabul edilen Japon Anayasası’nın köklü değişikliğe tabi tutulması için ciddi bir girişim olmamıştır). Japonya anayasasını, ülkeyi ‘teslim olma’ya zorlayan Amerikalılar hazırlamışlardır ve Japonlar da bu konudaki katkıları için hala Amerika’ya minnettarlık duymaktadırlar! Bu, değişimin bu coğrafyada ‘içselleştiğini’ gösteren iyi örneklerden biridir. Bunun halk düzeyindeki yansımaları ise daha önemlidir. Japonlar, günlük hayatta tıpkı bir ‘Batılı’ gibi yaşamakta; Batılı gibi yemekte, Batılı gibi eğlenmekte ve Batılı gibi ‘düşünmektedirler.’ Japonya’da Batı kültürüne karşı ‘ideolojik’ karşıtlığı olan kitlesel bir parti veya cemiyet yoktur. Ama ‘liberal’ veya ‘sosyal demokrat’ partiler vardır ve seçimleri de değişen zamanlarda bu partilerden biri kazanmaktadır! Bu, şunu gösterir: Japon kültürü, modernleşmeye karşı direnememiştir! Fakat Müslüman Dünyası böyle değildir. Evet, Müslümanlar belki sömürgecilere karşı verilen fiili mücadelede yenilmişlerdir; ama Batı’yı asla Japonlar gibi ‘içselleştirmemişlerdir.’ İslami Hareketler, bunun en iyi örnekleridir.

            Bu, neyi gösterir? Müslüman Dünyası’nda modernleşmiş elitler eliyle tesis olunan ‘düzen’e karşı bir direnç olduğunu (daha doğrusu, bu düzenin ‘halktan onay alamamış’ olduğunu) gösterir! Halkın her kesiminden mi? Hayır, bazı ülkelerde bu oran çok düşük olmasına rağmen, bazı ülkelerde de (örneğin Türkiye, Tunus, Mısır, vd.) ‘görece’ yüksektir. Bunu da görmemiz gerekiyor. Bendeniz, Avrupa sömürgeciliğinin Müslüman Dünyası’ndaki etkisini, Haçlılar ve Moğollar’ın etkisinden daha ‘derin’ ve ‘yaygın’ görüyorum. Çünkü gerek Haçlılar ve gerekse de Moğollar, Müslüman Dünyası’ndan çekildikten sonra, geriye kendi nevilerinden unsurlar bırakamamışlardır; fakat Avrupa sömürgeciliği bunu bir biçimde başarabilmiştir. Bu da ‘ideolojik’ etkilenme ile olabilmiştir! Sömürgecilerin askeri unsurlarının Müslüman Dünyası’ndan çekilmesinden sonra, iktidarları laik (sol, sağ veya liberal) elitlerin devr almış olmasını başka türlü izah etmek mümkün olmaz. Ama bu da, modernizmin Müslüman Dünyası’nda bütün ‘muhalefet’i yok ettiği anlamına gelmez! Son iki asırlık dönem içerisinde Müslüman Dünyası’nda kendisini İslam ile tarif eden siyasal veya toplumsal hareketlerin hiç eksik olmaması bunun kanıtıdır.

            Buradan şu neticeye varabiliriz: ‘rıza’ yoksa ‘mülk’ devam edemez! Meşhur “bir yönetim küfür ile devam edebilir, ama zulüm ile devam edemez” hadisi de bunu söylemektedir. Burada ‘küfür’ ile devamdan kast olunan, ‘ideolojik etki’ ile iktidarın sürdürülmesidir ki, bu, zaten mümkündür (Müslüman Dünyası’nın son iki asırlık tecrübesi de bunu kanıtlamaktadır). Fakat bu yoksa, o zaman, yönetim, ‘zulüm’ ile devam ettiriliyor demektir ki, burada ‘rıza’ yoktur; dolayısıyla da ‘mülk’ devam edemez!

            Bu, öylesine geçerli bir kaidedir ki, yönetime geliş biçimi ‘meşru’ olsa bile, eğer icraat bunu desteklemiyorsa, ‘mülk’ bir süre sonra zevale uğrar. Bunun da tarihte örneği çoktur. Yönetime seçilerek (veya başka bir süreç sonucunda) gelen nice muktedir, bir süre sonra despotlaşmış ve yönetilenler tarafından (isyan, darbe veya ayaklanma ile) alaşağı edilmiştir. Bunun modern Batı tarihinde de örnekleri vardır, klasik Müslüman tarihinde de! Bendeniz Rus ve Fransız Devrimleri’nin dahi bu zaviyeden okunabileceğini düşünüyorum. Fakat bunlardan daha önemlisi, tabii ki bizim tarihimizde yaşananlardır.

            Emevi iktidarını biliyoruz: hile ile tesis olunmuştur ve ‘zor’ ile son verilmiştir. Çünkü temelinde ‘rıza’ yoktur! Klasik dönem Harici ve Şia direnişini böyle okuyabiliriz. Emevi iktidarına zımnen destek verdiği söylenen Ehl-i Sünnet’in dahi bu iktidarı ‘meşrulaştırdığı’ söylenemez. Çünkü bu düşüncede ‘raşid’ halifelerin sayısı 4’tür ve Muaviye bunların arasında değildir! Muaviye, Ehl-i Sünnet düşüncesinde dahi bir ‘melik’tir, ‘halife’ değildir! Hariciler ve Şia’nın birçok kolu, onu ‘Müslüman’ bile saymaz!

            Abbasiler ise, Emevi iktidarına son vermeden önce ve son verdikten kısa bir süre sonra, halkın duygu ve düşüncelerine tercüman olsa bile, zamanla onlar da Emeviler’in yolunu izlemişler ve ‘toplumsal muhalefet’i bastırmaya çalışmışlardır. Klasik dönem tarihimizde Harici ve Şii isyanlarının hicri 3. asrın sonlarına kadar devam etmiş olması, ‘zulm’e direncin o toplumda devam ettiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Burada şunu da söylememiz gerekiyor ki, 3. asırdan sonra ‘fiili direniş’in bitmiş olmasını, halkın yönetime ‘onay’ verdiği şeklinde anlamak da doğru değildir. Örneğin Şia’nın 12. imamını ‘gaybubet’e göndermesi (veya ‘takiyye’ inancı), ‘direniş’ bilincini koruma amaçlıdır. Ehl-i Sünnet de dahi ‘mehdi’ inancını bu şekilde okumak mümkündür. Yani, Müslüman halk, ‘zulm’e direnme gücünü kaybettiğinde belki fiili mücadeleyi bırakmıştır, ama ‘zulm’ü asla içselleştirmemiştir. Bunun olması için, Muaviye veya Yezid’e rahmet okunması gerekirdi, ama biliyoruz ki, bu tarihimizde ‘genel kanı’ haline gelememiştir! Emeviler döneminde hutbelerden Hz. Ali’ye lanet okunmuştur; ama bu uygulama, kalıcı olamamıştır. Hatta kendisi de bir Emevi yöneticisi olan Ömer bin Abdülaziz, iktidara geldiğinde, bu uygulamayı kaldırmıştır. Bu, uygulamanın halkta taban bulamadığını gösteren iyi bir örnektir. Halkta taban bulamayan, yani halkın ‘onay’ını alamayan uygulamalar ise, er veya geç, zeval bulurlar!

            Konuyla ilgili olarak pek çoklarımızın aklına dahi gelmeyen bir yaşanmışlığı daha örnek olarak inceleyebiliriz diye düşünüyorum. Bu, Hz. Osman’ın iktidara geliş ve gidiş şeklidir. Konu, ‘seçim’ ve ‘meşruiyet’ meseleleriyle doğrudan ilgilidir ve bence tartışmayı da hak etmektedir. Malum olduğu üzere, Hz. Osman, ‘seçim’le iş başına gelmiştir. Hatta denilebilir ki, bu konuda ‘seçim’ demeye layık tek süreç, onun Halifeliği getiriliş sürecinde görülmüştür. Çünkü toplumun bütün kesimlerine sorulmuş ve ‘genel kanı’ Hz. Osman’ın seçilmesi yönünde olmuştur. (Özel şartlardan dolayı, he Hz. Ebubekir’in ne de Hz. Ömer’in halifeliğe seçiminde böyle bir süreç yaşanmamıştır). Hz. Osman’ın hilafetinin ilk 6 yılında genel manada ‘meşruiyet’ açısından bir sorun olmadığı tarih kitaplarında nakledilmektedir. Fakat bir ‘sorun’ olduğu, ikinci 6 yılda net olarak görülmektedir (tabii ki, sorunlar bir anda ortaya çıkmaz; bunların da kökeni vardır). Hz. Osman’ın hilafetinin bu ikinci yarısında, toplum içinde homurdanmalar başlamış ve genel olarak idareden bir ‘memnuniyetsizlik’ hasıl olmuştur (Sünni tarih kitapları dahi bu hususu açık bir şekilde işlemektedir). Bunların nedenleri elbette tartışılabilir, fakat sonuç değişmemiştir: bu hoşnutsuzluk ortamının doğurduğu hadiselerin ardından, 3. Raşid Halife, gelişmelerden hoşnutsuz olan toplumun ‘belirli bir kesim’i tarafından şehid edilmiştir.

            Bu hadise, nasıl yorumlanmalıdır? Özellikle de konumuz açısından önemli olan soru şudur: meşru yoldan yönetime gelen bir idareci, ‘meşru olmadığı söylenebilecek’ bir yolla iktidardan uzaklaştırılabilir mi? Bu sorunun cevabı açıktır: zira Hz. Osman olayında tam da böyle olmuştur! Yani meşru yoldan iktidara gelmiş olan Halife, zorla iktidardan uzaklaştırılmıştır! Bu niçin böyle olmuştur ve bu yola ‘cevaz’ verilebilir mi?

            Burada bence sosyoloji ilminin imkanlarına başvurmamız gerekiyor. Evet, benim kanaatime göre de, Hz. Osman ‘seçim’le iş başına gelmiş ‘meşru’ yöneticidir ve bu yolla iktidara gelmiş olan yöneticilerin ‘zorla’ iktidardan uzaklaştırılması doğru değildir. Çünkü o zaman cemiyet hayatında ‘kaos’ ortaya çıkar: sırf bunu önlemek için dahi, bu yola cevaz verilmemesi gerekir. Ama burada şöyle bir ‘olgu’yu da gözden kaçırmamak gerekiyor: bu hadise bize gösteriyor ki, “meşruiyetin sınırları zorlandığında” yönetime nasıl gelindiği, bunun doğru olup olmadığı vs. önemini kaybeder! Çünkü yönetimde aslolan, adalettir. Bu kriterden uzaklaşıldığı ölçüde toplum tepkisini gösterir. Bu, periyodik seçimler yoluyla olabileceği gibi, ‘isyan’ yoluyla olabilir. Nitekim Hz. Osman örneğinde, toplum, kendi seçtiği yöneticisini, bir ‘isyan’ hareketi sonucu iktidardan indirmiştir.

            Yani önemli olan, yönetimin ‘meşruiyeti’dir. Daha doğrusu, iktidara geliş yöntemi, idarenin meşruiyetine dair bazı ‘eşik değerler’ aşılmışsa, önemini kaybeder. Burada sosyolojinin ilkeleri devreye girer. Hele bu toplum Müslümanlardan oluşuyorsa, bu ilkeler daha da baskın bir şekilde ağırlıklarını ortaya koyarlar. Çünkü Müslüman toplumda “masiyete itaat yoktur.” Buna Halife de dahildir. (Hatta sahabenin, farklı bir kanaate sahip olduklarında,  Hz. Peygamber’in görüşüne itiraz edip: “bu, sizin görüşünüz mü, yoksa ayet mi?” diye sorduklarını biliyoruz!).

Son olarak, bu tartışmanın günümüz için de bir ‘anlam’ı olabileceğini söyleyerek, sözlerimizi bitirelim: bugün bazı ülkelerin yöneticilerinin, iktidarlarına yönelik olarak bazı kesimlerden eleştiriler geldiğinde, cevaben: “biz seçimle iktidara geldik, seçimle gideriz” türü sözler söylediklerini duyuyor ve iktidarlarının devamının gerekçesini sadece seçim süreçlerine bağladığını görüyoruz. Hz. Osman örneği, bize şunu gösteriyor: bu, yanlış bir gerekçelendirmedir! Evet, iktidara geliş ve gidişin kuralları olmalıdır ve toplumlar da bu kurallara uymalıdır. Fakat yönetimin temelinde ‘adalet’ ilkesi yatar ve ne zaman ki yönetimler ‘meşruiyetlerini’ yitirirlerse (veya meşruiyet kaybına uğrarlarsa), kurallar anlamlarını yitirirler ve toplumlar adalet arayışlarını bir şekilde neticelendirirler (yani yitirdiklerini geri alabilecekleri miktarda duruma tepki gösterirler).

Acaba “Türkiye, bu kuralın istisnasıdır” denilebilir mi? Sanmıyorum. Özellikle de son 3-4 yıldır yaşananları bu zaviyeden değerlendirdiğimizde, meşruiyet sorununun giderek arttığına dair toplumda birçok emare görebileceğimizi düşünüyorum. Peki, bu toplum, kendi içinden, soruna dair ‘sahici’ bir çözüm önerisi üretebilir mi? Birçoklarının ümitsizliğine rağmen, bendeniz, bunun mümkün olduğuna inanıyorum. Bunu da bir başka yazıda ele alalım inşallah.

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Kürşad Atalar