Web Tasarım Ankara

Sedat Yenigün’ün Siyaseti (I)

 

Halil İbrahim Yenigün

halil@yenigun.net

6 Temmuz 2016

 

Sedat Yenigün kimdir; ama ondan da öte “ne”dir?

Sedat Yenigün’ü onyıllardır 70’ler nostaljisi yapan nice anne babalar yeni nesillere dilden dile anlatmakta, öğretmekteler. Onun hayatlarına dokunduğu, toplumun her bir tarafına dağılmış binlerce insansa şehadetinden sonraki otuz altı yıldır dost halkalarında onu konuşmayı hemen hiç bırakmamış görünüyor. Kamuoyunun da onyıllarca süren bir sessizlikten sonra belki de bir şeylerin fikrî soykütüğünü çıkarma merakıyla daha alenen anıp konuşmaya başladığı son beş altı yıl haricinde dar çevrelerde süregelen bu anlatılarla her bir çizenin çizimiyle farklılaşan Sedat Yenigün portreleri dolaşmakta.

 

1980’li yılların cemaatçilik illetinin dört bir tarafa musallat olduğu bir sosyal çevreye çocukluğumla dahil olalı beri beni en çok şaşırtan, babamın nasıl olup da birbiriyle kıyasıya kapışan en uçlardaki fraksiyonların ortak değeri olabildiğiydi. Sahiden de en sûfîmeşrebinden en tasavvuf aleyhtarı selefîmeşrebine, Kürtçüsünden Türkçüsüne, en yerlisinden en radikal İslâm devrimcisi kozmopolitine kadar bu denli farklı insan “kör ölüp badem gözlü” olmadığı aşikâr bir tarzda nasıl sevebilmişti bu insanı?

 

Sedat Yenigün de sağlığında rahatsız etmiştir, tepki uyandırmıştır, husumet çekmiştir. Mizacında halimliğiyle öfkeli, meydan okuyan sert bir tarafını mezcetmiştir. Coşup gelen, taşıp duran duygularını zaptedememiş, bizleri bıraktığı otuz yaşına kadar yayımladığı yüzlerce sayfanın yanında neredeyse boş bulduğu her kâğıda içini dökmüştür. Dertlidir ve derdini paylaşmadan, isyanını haykırmadan duramamıştır.

 

Hayatlarını fikirleriyle tanımlayan insanların çok çok ekolleri olur; siyasetleriyle tanımlayanların hizipleri; edipliğiyle tanımlayanların kültleri. Sedat Yenigün bu dünyadan göçüp gittiğinde otuz yaşında gencecik bir insandır ve mütekamil bir düşünce insanı, kodamanlaşmış bir siyasî hizip lideri, kültleşmiş bir edip olmaya yetecek kadar zaten bir ömrü de olmamıştır, yeltenecek karakteri de.

 

Ama yaşasaydı bir Kutub, bir Şeriatî ve Malcolm X olurdu diyenler bir yönüyle haklıdır; otuzunda gittiği için otuzlarında olgunlaşanların üretkenliğini ve evrimini yaşayamamıştır ama yaşadığıyla da bir Kutub’tur, Şeriatî’dir, Malcolm’dur. Bu insanların her birinin de dertlerini anlatmaya çırpınırken canlarının rejimlerin karanlık güçleriyle alınması bir tesadüf olmasa gerektir.

 

Şehidlik, yani şahitlik, adeta kararınca gösterilmiştir insanlara ilâhî takdir eliyle. Zalim iktidarlara hakikati söyleyenlerin barınamadığı bu dünyada o hayatlar sanki ancak öyle bitebilirdi. Yeryüzü iktidarları için bu suçlarının tek bir cezası olduğu gibi biz kalanlarına da takdir-i ilâhiyle koca bir hikâye bir çırpıda, bir resimde en veciz hâliyle verilmiş gibidir.

 

Şahsen nebileri andırır bir taraf bulurum ondan bu şahsiyetlerde. Peygamberlerin de hep başına gelen idealleştirmeler ve romantikleştirmeler bir yana bütün insanîlikleri, çırpınışları ve kusurlarıyla bir “gönderilmişlik” hâli vardır üzerlerinde. Peygamberleri insanüstüleştirerek okuruz da Yunus peygamberin küskünlüğü ve hüsranındaki insanîliği ıskalarız bazen. Aslında değil mi ki Yaratıcı bu kullarla güzel hayat örneklerini bütün beşerlikleriyle sunar.

 

Sedat Yenigün için bir de o diğerlerinden de öte bitmemiş bir hikâye vardır. Cemil Meriç’in “İsa peygamber zamanında yaşasa havari olurdu, Asr-ı Saadet'te bir sahabe” demesi boşuna değildir. Genç havarilerin, ilk sahabelerin inanmışlığıyla inanmıştır çünkü çoğunlukların dudak büktüğü, aşağıladığı, mensuplarını ezmek istediği bir düşünceye.

 

İnanmışlığı ve bulmuşluğu yanında aslında biteviye bir arayışta olmuş ve o arayışın kavgasını vermiş, o arayışa çağırmıştır insanları. Arkadaşlarının ona ilişkin şahitliği hep bu tahkikçiliği olmuştur. Sorgular, dinler, düşünür, tefekkür ve tedebbür eder. Ama inandığı anda da çağırmaya başlar etrafını, ailesini, arkadaşlarını; en çok da gençleri.

 

Çünkü en çok gençleri dert etmiştir. Şiddetin, zulmün, dürtülerin, ideolojilerin ve ayakçı ile emir eri arayan sömürücü siyasetçilerin kurban ettiğini düşündüğü gençlere emeğiyle birlikte neredeyse bütün bir zihnî mesaisini verir. Onun da akranları gibi doktora öğrencisi ünvanıyla araştırmak ve çalışmalar yapmak hevesleri olsa da çokları gibi akademisyenlik veya mütefekkirlik kimlikleriyle mutmain olacak biri değildir; değil mi ki buhranda bir gençlik vardır. Ama hakikati arayışta olmak kadar bulmuş görünmek ve gençlere zerkederek kadrolar tutmak, taraftar toplamak da onun işi değildir. Bir arayışa çağırır ve birlikte koşmaya, koşturmaya çırpınır.

 

O yüzdendir ki yirmilerinde bir genç olarak bitmiş bir hikâyesi, büyük anlatısı, mesajı yoktur Sedat Yenigün’ün. Ama bir arayışı ve çok kullandığı deyimiyle “kavga”sı vardır.

 

Bu kavga, içlerindeki çiğlikleri ve saplandıkları mutlak hakikat sanrılarını iktidar güdülerini tatminle çıkaran gelmiş geçmiş zorbaların kavgası değildir. Ama kavgadır, çünkü Sedat’ın coşkunluğunu ve öfkesini ifadesinde kavga harici bir tabir elbette ki hafif kalacaktır. İsyanın ama arayışın kavgasıdır.

 

Bundan dolayıdır ki Sedat Yenigün’den tam bir tekemmüle ermiş bir tasavvur, fikriyat ve eylem beklenmemelidir. 1960’ların İstanbul’unda ilk gençliğine adım atan Erzincanlı bir Türk çocuğu olarak tevarüs ettiği olanca karmaşık bir miras vardır. Sağcılık, muhafazakârlık, antikomünizm, cinsiyetçilik, milliyetçilik, mukaddesatçılık, gelenekçilik, Osmanlıcılık, medeniyetçilik, mezhepçilik ve dinî taassubun her türlüsü kol gezer büyüdüğü çevrelerde ve elbette ki tahkikî şuuruna rağmen bunların her biriyle sonuna kadar hesaplaşmaya otuz yıllık ömrü yetmeyecektir. Yoldadır ama nereye varacağı bizler için muamma, ancak Yaratıcısı için malumdur.

 

O yüzden de aslında bitmiş bir yazısı ve yetişmiş bir öğrencisi olamamıştır. Ama fikrin, tahassüsün ve eylemin her bir mevzi ve menfezine uzanmaya çalışan kuşatıcılığıyla ne salt ediptir, ne araştırmacı, ne mütefekkir, ne muallim, ne de mücahede insanı.

 

Peki Sedat Yenigün nedir? Her bir kişinin bildiği Sedat Yenigün diğerinin bildiğinden farklıdır. İskenderpaşa camiindeki ihtiyarın anlattığıyla milliyetçi öğrencisinin anlattığı, Cumayı bırakmış tasavvuf aleyhtarı dostununkinden de İran devriminin coşkulu takipçisinkinden de, edebiyatçı akademisyeninkinden de farklıdır.

 

Yapbozun parçalarını kendini bildiğinden beri tek tek yerine yerleştirerek birleştirmeye çalışan bir evladı içinse başlangıçta kördüğüm olan bir muamma ne zamandır ilmek ilmek çözülmektedir. O yaranma ve yaltaklanmadan, nabza göre şerbet verme derdinden pek uzak, dobra bir hakikat yolcusuyken ruhunun her bir veçhesini duyguları ve duyarlıklarıyla yoğuran; varlık, eşya ve âlem karşısındaki duruşu yanında yeryüzü muktedirlerine karşı konumlanışına, yani siyasetine ahlâk katmaya çalışan derin bir mânâ ve gönül insanıdır, coşkun bir gönül..    

 

O yüzden Sedat Yenigün’ün yazılarını salt her hangi bir konuda ne düşündüğünü öğrenmek isteyen bir gözle okumak onun eksik ve hatta yanıltıcı bir resmini verir. Çünkü yazılarında muhtelit ve çetrefil bir fikrî mirasla hesaplaşmasının o güne dek vardığı sonuçlarını bize aktarma çabasındadır ve her daim zihninde yeniden yazmaktadır her bir satırını. Aldığı tavırlarında ise bütün kısıtlarıyla erişebildiği bilgilerle vardığı sonuçlar ile bunlarla zamanını fıkhetme, zamanının fıkhını üretme çabası vardır. Yine hangi noktada ne yaptığı da, yani eyleminin de bizatihi kendisi anlatmaz bize Sedat Yenigün’ü.  

 

Peki Sedat Yenigün’ü ne anlatır bize? Onu tarif eden belki de pek anlaşılamamış “derdi”dir.

O bir dert insanıdır, yani tahassüs, hassasiyet ve duyarlık. Varlığı, âlemi, eşyayı, insanı ve nihayet dini zarfıyla değil mazrufuyla, şekliyle değil mânâsıyla dert ederek anlamaya çalışır ve dertlenir olanca hâliyle.

 

Daimi tahkiki ve tekâmülüne, hatta çoğu zaman akranlarının çok ilerisini görebilmesine rağmen Sedat Yenigün’ün kimi fikirlerini yine de henüz olmamış veya arkaik bulabilirsiniz; zamanına şahitliğinde aldığı bazı tavırlarını eksik veya yanlış da. Ama Sedat Yenigün’ü ancak satıraralarındaki duyarlığını yakalayarak, oradan tahassüs dünyasını keşfederek, derdiyle hemdert olarak anlarsınız. 

 

Sedat Yenigün, 1969 yılında, daha 19 yaşındayken dostu ve sırdaşı Mustafa Bilgi’sini kabre kendi elleriyle yerleştirirken bu sefer onu öldüren grup olarak düşündüğü örgütlenmenin mensubu, Bulgaristan muhaciri Yusuf İmamoğlu 1970 yılında Edebiyat fakültesi koridorunda sosyalistlerce vurulduğunda yanıbaşında can verecektir. Kanaatimce tahassüs dünyasını işte bu yakîn şahitlikler yoğuracak, on yıl sonra kendisi de o ilk örgütün hedefi olana kadar, zübde-i âlem olan insan denen o mânâ âlemini, o aziz canı alma suretindeki korkunç eylemi o yakınlıkta hissetmişlikle vadesini dolduracaktır.

 

Ondandır ki 1970’lerin sonuna gelindiğinde, her şeyin hâzâ siyasallaştığı, “dost ve düşman”dan başka bir ayrımın kalmadığı o zifiri karanlıkta, kördövüşünün tam orta yerinde insanları bir dil kurmaya, bir mânâya çağırırken, Metin’in ardından en siyasal söyleminde dahi bir siyaset estetiği ve eylem ahlâkı ortaya koymaya çırpınıyordu:

 

Her sabrımız taştığı yerde tatmin olalım diye insanlara hakaret, şahsiyetlerini tezyif, inandıklarına küfür ne kazandırır? "Pis alevi", "Moskof uşağı", "Faşist ırkçı" lafları ile nereye varabiliriz?” ... Eylemci sol ile eylem sırasında muhatap olmasak da muhatap olabileceğimiz zamanlar olmadı mı? 1960'dan 1971’e kadar l l yıllık süre içinde solun tercüme kültürü karşısına "Kahrolsun komünistler, komünistler Moskova’ya" sözü dışında hangi ciddi çalışmalar, tebliğlerle çıkıldı? Cevabını verecek olan var mı?

Metin gitti, Erdoğan Tuna gitti. Yeşil komünistler, Arapçılar diye üstümüze saldıranlar var. Hâlâ mı bunları muhatap alacağız? diyenleriniz olacak. Kim Allah'ın verdiği canı, hem de mü'min canını katledeni mazur görür? Ama benim kaygım Rasulullah'ın, Ebu Cehil'in oğlu İkrime'nin Rasulullah'ın huzuruna Müslüman olmak için gelirken ikazı gibi bir kaygıdır.

Kalbimiz Öylesine Geniş ki . . .

Biz alemlere rahmet olarak gelmiş bir peygamberin ümmetiyiz. Biz kısır söz düelloları yapmaya, "sen yaptın ben ettim" demeye, intikamcılıkla Allah’ın dinini yaymayı unutmaya gelmedik.

 

Bütün dertlenmişliğiyle bir mânâya çağıran Yenigün’le bir dönem ülkücü olan bir akrabam şu diyaloğunu aktarır ki bence yine tahassüsle yoğrulmuş siyasetini özetler:

–Sizinkiler yine bir İslâmcıyı öldürmüşler.

–Nasıl? Olmaz öyle şey, öldürmezler!

–Bir gün gelir anlarsın.”

Bunu aktaran o gün gelmiş ve anlamıştır ama Sedat Yenigün’ün muhatabına hitap tarzı ve kişinin o gününe değil geleceğine söylemeye çalıştığı mühimdir.

 

İşte bundandır Sedat’ı serdettiği fikirlerinden çok dertlerini yakalayabileceğimiz satıraralarında bulabilmemiz. Ondan sofistike bir ekolojist çıkartmaya çalışmak nafiledir ama yeşilden mahrum bırakılmış, beton seyreden çocuğun hâliyle dertlenmişliğinin ruhunda ne kadar merkezî olduğunu görmemek imkânsızdır. Kadına kafa yorarken bugünün feministleri nice cinsiyetçilikleri fark edebilir ama kadının “fıtratı”nı tartışmak değildir onun derdi, hoyratça istismarına özünün göyünmesi kadar. Benim Müslümancılık diye tabir ettiğim iktidar güdüsünden 1970’lerin medeniyetçi paradigmasının mensubu olarak o da pek masun değildir; ama apaçık olan şu ki devlet ve iktidar derdi olan değil, cemiyete hikmet ve güzel sözle derdini anlatmaya çalışan, yeni bir mânâ ile dil kurmak isteyen serâpâ tahassüs bir genç vardır karşımızda.

 

Ondandır ki her bir uzvundan cerahat akan hasta bir cemiyet görür dört bir yanında ve tahammülü kaldıramaz. Bu cemiyetin teşhisini yaparak sosyolog olmayı, tasvirini yaparak romanını yazmayı reddeder; gençliğinin saffetiyle ve takatiyle çırpınır, kurtarabildiğini kurtarmak ister, eli yetişemedikçe kahrolur.

 

Kahrolmuşluğu onu bilen ve okuyan iz’an sahiplerine derhal malûm olduğu gibi öyle görünüyor ki kendi akıbeti de kendisine mâlum olmuştur. O yüzden olmalıdır şair arkadaşı Ömer Özbay’ın İslâmî Hareket’te yayımladığı “Gel Ey Zulüm, Zulmün Ta Kendisi” şiirini başlık ve epigraf yaparak yeryüzündeki son yazısını kurgulaması ve bize son defa seslenişi: “Bu gelen/ En karanlık inkarların zulmüdür/ Hışımla, kanla, ateşle/ Bilmelisin/ Ve bir mavi sevda gibi/ giyerek ölümünü/ yiğitçe direnmelisin... /Gel ey zulüm/ Ve ey zulmün ta kendisi!...”

 

Bu son yazısında Şehid Sedat, her bir köşe bucağı zulümle lebaleb bu dünyadaki bütün zulüm numunelerini dobra dobra son bir kez teşhir edecek ve Allah’ın indirdikleriyle, yani “adalet”le hükmetmeyen zalimlere son sözünü haykıracaktır: “İsminiz küfrün zülmeti gibi zalimdir. Size ve düzeninize nasıl rıza gösterilir!”

 

Sedat Yenigün nedir? Bir edebiyat insanı, tefekkür insanı, araştırmacı, eğitimci, eylemci, teşkilâtçı mı? O esasen ne bir edebiyatçı, ne bir mütefekkir, ne bir araştırmacı, ne bir öğretmen, ne bir aktivistti; o dertli bir tahassüs insanıydı; kısaca bir mânâ insanıydı.

 

Haykırışının, zulüm düzenine dün olduğu gibi bugün de rıza göstermeyecek, dostundan ve akrabasından sadır olsa da zulme zulüm, zalime zalim demekten geri durmayacak bugünün Sedat’larına ulaşması ümidi ve duasıyla..

 

Yorumlar


Rahmet
Tarih: 8.07.2016 Yazar: Kılıç