Web Tasarım Ankara

SEZAİ KARAKOÇ VE MEDENİYET

Lütfi Bergen

lutfibergen@gmail.com

 

Sezai Karakoç’un medeniyet düşüncesine ilişkin değerlendirmelerime “Medeniyet-Müslüman Toplumsallığın İnşası” kitabında yer vermiştim. Fakat mezkûr yazımın Sezai Karakoç’un “Çıkış Yolu II” kitabına atıf yapılmadan kaleme alındığı ifade edilmektedir. Bu eleştirinin bertaraf edilmesi gerekliliğine kanaat ederek Sezai Karakoç’un “medeniyet” kavramı hakkındaki yaklaşımlarını yeniden ele alacağım. “Çıkış Yolu II- Medeniyetimizin Dirilişi- Dört Konferans” kitabı ile “Düşünceler I- Kavramlar” kitabına dayanarak kaleme aldığım bu yazının Türkiye Umrancılığı’nın eleştirisi olarak da okunabileceğini düşünüyorum.

 

Diriliş Meselesi:

 

Sezai Karakoç’un “Diriliş” kavramını düşüncesinin merkezine koyduğunu biliyoruz. “Çıkış Yolu II” kitabının ilk metni “Diriliş” kavramına ayrılmıştır. Sezai Karakoç’a göre “Hayat dediğimiz oluş bile, aslında her an bir ölüş ve bir diriliş demektir. Yani biz saniyelerden de çok daha küçük anlarda ölüp sonra yeniden diriliyoruz; sürekli bir hayat yaşamıyoruz. Çünkü sürekli var olmak, sürekli bir hayat yaşamak, sadece Allah’a mahsustur. Bizim hayat dediğimiz, söylediğim gibi, aslında kesiksiz bir yaşantı değil, her an ölüp dirilme anlarının arka arkaya sıralanmasıdır” (Karakoç, ÇY, 2015: 21).

 

Sezai Karakoç’un “Diriliş” kavramının metafizik cephesine dair yaptığı yoruma bir diyeceğim bulunmuyor. Elbette ki insanlık öldükten sonra diriltilecek ve boynuzsuz koyun, boynuzlu koçtan hakkını alacaktır. Denkleştirici adalet mahşer gününde tesis edilecek, kimsenin hakkı kimsede bırakılmayacaktır.

 

Fakat acaba bu kavram toplumların ölüm ve dirimi bakımından kullanılabilecek midir? Şüphe edilemeyecek bir gerçek varsa ölen toplumların yeniden ve yeniden tarihe çıkması söz konusu edilemeyecektir. Öldükten sonra diriliş, ölen varlığın nefs ve beden halinde mahşere getirilmesi değil midir? Bu böyle ise miladî tarihin 1922 senesinde kaldırılan saltanatla Osmanlı ölmüş ve TBMM, Türkiye’de tek yasal tüzel kişilik haline gelmiştir. 1 Kasım 1922 öncesi Anadolu’da yaşayan toplum, 23 Nisan 1923 sonrası Anadolu’da tarihe çıkan toplumla (fertleri aynı olsa bile) birbirinden farklıdır. Aralarında bir süreklilik bulunmamaktadır.

 

Nitekim Kur’an da “Ve li kulli ummetin ecel / Her ümmetin bir eceli vardır” (7 A’raf 34) beyanıyla toplumların ölümüne işaret etmiş ve “dünyevî diriliş” fikrini reddetmiştir.

 

Üstat Sezai Karakoç, ancak mahşerde ve ahrette geçerli sayılabilecek bir kavram olarak “Diriliş”i dünya zaman ve mekânına çekmektedir. Üstadın “Elektrik lambası da sönüp yanmaktadır. Fakat o kadar hızlı sönüp yanmaktadır ki, biz her an kesiksiz yanıyor zannediyoruz. Anlaşılan, hikmet gereği, ona da, Allah, devamlı yanma hakkını vermemiştir. Yani bir ayeti kerimede denildiği gibi, “her şey, O’nun vechinde helâktedir.” Yani Allah’ın varoluşu önünde tüm varlık yok gibidir” (Karakoç, ÇY, 2015: 22) ifadesi, ölmek-dirilmek ilişkisine delil sayılamayacaktır. Çünkü ışık dalgasının kesik kesik atılışındaki (yanıp sönmesindeki) sönmüşlük hali bir ölüm değil, varlığın karanlıkta yaşayan halidir. Sezai Karakoç’un “Demek ki, ‘diriliş’, metafizik anlamlarının en derinlerinden olan öldükten sonra dirilme, aslında burada da, bu dünyada da cereyan etmektedir” (Karakoç, ÇY, 2015: 23) beyanı tarihe uygulanamayacak durumdadır. Osmanlı toplumunun yeniden dirileceği umudu, Hz. Peygamber (asv)’in ölmediğini savunan Hz. Ömer (ra)’in infialine benzemektedir. Bu ifadeye Hz. Ebubekir (ra) tavrı ile müdahale edilmesi gereği bulunmaktadır.

 

Bilindiği gibi Hz. Ebubekir (ra) Hz. Ömer (ra)’in infiali karşısında Allah’a hamd ü sena ettikten sonra:

 

“Haberiniz olsun! Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki artık Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyor idiyse o da bilsin ki Allah Hayydır, ölümsüzdür!” dedi ve şu âyeti okudu: “Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (39 Zümer 30). Şu âyeti de okudu: “Muhammed ancak bir Rasuldür. Ondan önce de Rasuller geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah, Şükredenlerin mükâfâtını verecektir” (3 Âl-i İmrân 144) diyerek ölümün hak olduğu konusunda ikaz yapmıştır.

 

Biz de Hz. Ebubekir (ra)’in Müslüman toplumu hakikate, vahye, kaderin hikmetine, teslimiyete davet eden mesajından cesaret alarak Osmanlı toplum varlığının öldüğüne işaret ediyoruz. 23 Nisan 1923 ile kurulmuş toplum varlığı tarihe ilk kez çıkmış, öncesi olmayan bir içtimaî varlıktır. Toplumların dirilişi fikri “Ve li kulli ummetin ecel / Her ümmetin bir eceli vardır” (7 A’raf 34) ayeti mucibince vahyî bir delile dayanmamaktadır.

 

Sezai Karakoç, “Diriliş, yeniden doğuş demektir. Tekrar kendi özünü hatırlamak, kendini bulmak ve geçmişle irtibat kurarak geleceğe yeni ve taze çıkmak demektir” (Karakoç, 2015: 53) ifadesiyle “renaisance: Rönesans” kavramına varmaktadır. Sezai Karakoç’un “diriliş” kavramını kitabın başında “Mutlaka, bir gün yine bir doğuşumuz olacak. O doğuşa da, dinde “bâ’subadel mevt”, ölümden sonra ayağa kalkma denmiş” (Karakoç, ÇY, 2015: 16) şeklinde tanımlamasına rağmen ilerleyen sayfalarda izahı Batı paradigması içinden aldığı manalarla ve kavramsal karşılıklarla yeniden anlamlandırması metodik bir problem olarak kaydedilmelidir.

 

Tarım Toplumunu geçmişe gömmek-İlerlemeci Tarih:

 

Sezai Karakoç’un ilerlemeci tarih fikrine kapılması da “medeniyet” kavramında pürüzlere meydan vermektedir. Karakoç’un “ilerlemeci” tarih fikri; “gelişme”, “ilerleme”, “bilgisayar çağı” gibi kavramlarla birlikte ortaya çıkmaktadır:  “Bir de gelişme” kavramı vardır. Evrim de deniyor; eski deyişle ‘tekâmül’. Evet, diriliş de bir gelişmedir, bir nevi tekâmüldür” (Karakoç, ÇY, 2015: 53); “Şimdi biz, bugünün bilim ve teknolojisi, imkânı içinde, karşımızdaki kuvvetlerin ne olduğunun bilgisiyle donanmış durumda olduğumuza göre, hiç yılmadan yolumuza devam etmemiz gerekmez mi? Akla yatkın değil midir bu?” (Karakoç, ÇY, 2015: 57); “Batı medeniyetinin bazı seçkin yönleri vardır. Teknoloji gibi; dünyaya tasarruf etmek, dünyayı gözlemlemek, çaresiz kalınan yerde mutlaka bir çare aramak gibi. Bilhassa maddi planda (…) Bilimde ileridirler. Bunlarla mutlaka dünya medeniyetine katkıda bulunacaklardır” (Karakoç, ÇY, 2015: 80); “Hâlbuki top icat edildi, şatolar yıkıldı, derebeylik dönemi kapandı; yeni anlamda bir devlet doğdu. Bugünkü teknolojinin gelişmesiyle de artık dünyada ancak devlet denebilecek beş altı devlet kaldı. Yani büyük devletler. Diğerlerine devlet demek zor (…) Bu çağda gerçek anlamda nasıl devlet olunur? Bugünkü şartlara göre, bugünün teknolojisine göre, benim düşüncem şudur: en az 250 milyon nüfus olmalı bir devlette ve çok güçlü bir ekonomisi olmalı devletin (…) çok güçlü bir teknolojisi, silah donanımı olmalı. Bugün dört bin km ötesine füze atılıyor. Bu ne demektir? Eğer bir ülkenin boyu üç bin km ise füze onu aşıyor. Artık böyle bir devlete ben nasıl devlet derim? Yani boydan boya uzunluğu dört bin km.den az olan bir ülkeye devlet demek zor. Özetle, 5-10 milyon km2 yüzölçümü, 250 milyon nüfusu, nükleer silahı ve güçlü ekonomisi olmayan devlete, devlet demek artık zor. Kendimizi aldatmayalım” (Karakoç, ÇY, 2015: 109).

 

Bütün bu alıntılardan da anlaşılacağı üzere Sezai Karakoç, Batı’nın teknik-bilim uygarlığının maddi varlığına Müslümanların da dâhil olması gerektiği fikriyle düşünce üretmektedir. “Top icat edildi, şatolar yıkıldı, derebeylik dönemi kapandı” ifadesi dönemci bir tarih tasavvurunun geliştirildiğini göstermektedir. Karakoç’un teknolojik gelişmeye göre devlet tanımlaması yapması, Batı’nın teknolojik bilgi-pratik kabiliyetlerini geliştirmesi halinde çözüm üretmekten kopacaktır. Batı teknolojisi füze menzillerini dünya çevresini dolaşacak kadar uzatmayı başardığında Sezai Karakoç’un “devlet tanımı” yeni bir buhran kaynağı olacaktır. Batı, Afrika-Avrupa-Amerika kıtaları üzerinde hâkimiyet geliştirmiş 4 milyar nüfuslu, yüksek teknolojili, dünya çevresini dolaşabilen menzile sahip nükleer silaha sahip bir devlet kurarsa Sezai Karakoç’un “5-10 milyon km2 yüzölçümü, 250 milyon nüfusu, nükleer silahı ve güçlü ekonomisi” bulunan İslâmî devletine yine devlet denilebilecek midir?

 

İslâm garip başlamış ve yine garipliğe avdet edecektir. Ayasofya’nın, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından, 532-537 yılları arasında inşa ettirildiği hatırlanmalıdır. Hz. Peygamber (asv)’in de inşasına katıldığı ve 622’de yapılan (Ayasofya’dan 100 yıl sonra) Medine Mescidi’nin hurma kütüklerinden sütunları, hurma dallarından çatısı, taştan duvarları bulunan basit bir yapı olması, Sezai Karakoç tarafından değerlendirilmemektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (asv) devlet-teknoloji-mimarî bakımından Batı-Bizans uygarlığı ile yarışmacı bir medeniyet / Medine tasavvuru getirmemiştir. Maddi medeniyetle mimari-teknoloji kavramları çevresinde üstünlük tesis etmek için yarışılsaydı Allah Kâbe’yi altın küp=kâbe kılmaz mıydı?

 

Sezai Karakoç, dönemci tarih düşüncesi içinde fikir üretmekte ve kullandığı kavram-deyimlerle teknolojinin yıktığı üretim biçimlerini “geri”, “ilkel” toplum sistemleri olarak yargılamakta görünmektedir. Medeniyet kavramını “alanlaştırmakta”, edebiyat, mimarî, sanat, askerlik, hukuk, teknoloji gibi sahalara ayırmaktadır. Bu ayrım, medeniyetin herhangi bir alanını Müslüman toplumlara aktarmayı mümkün kılmak için araçlaştırmayı sağlamaktadır. Bu nedenle “Batı medeniyetinin bazı seçkin yönleri vardır. Teknoloji gibi; dünyaya tasarruf etmek, dünyayı gözlemlemek, çaresiz kalınan yerde mutlaka bir çare aramak gibi. Bilhassa maddi planda (…) Bilimde ileridirler. Bunlarla mutlaka dünya medeniyetine katkıda bulunacaklardır” şeklinde kurulmuş bir cümle sarf edilmektedir. Batı teknolojisinin, “insanlık medeniyetine katkı sağlayacağı” iddiası, parçacı-Puzzlecı bir tasavvur kurmaktadır. Parçacılık-puzzlecılık, Müslümanların geri kalmışlığını “tedavi eden”, eksikleri ikmal eden bir aktarıma, adaptasyona talip olmaktadır.

 

Debdebe-Tantana:

 

Sezai Karakoç’un “Peygamberin gelişinin üzerinden yüz sene geçmeden, İslâm medeniyeti bütün tantanasıyla parlamaya başlamıştır” (Karakoç, ÇY, 2015: 27) ifadesindeki “tantana” Hz. Peygamber (asv)’in sünnetinin, amelinin tasviri değildir. Hz. Peygamber (asv) Medine’de yaşadığı 10 yıl içinde bu “tantana”ya meyletmemiş, hasırda yatmış, 2,5 m2 genişlikte ve kerpiç duvarlı bir ev-hücrede yaşamıştır. “Tantana-debdebe” kültürü, Kur’an’da Karun hakkında zikredilmiş ve olumsuzlanmıştır.

 

Gökalpçı Gökalp eleştiri:

 

Bu kapsamda Sezai Karakoç’un Batı teknolojisine nazaran teorileştirdiği “medeniyet” kavramındaki boşluk, kendisinin Gökalp eleştirisine rağmen yine de Gökalpçılığa yakalanmasından kaynaklanmaktadır. Karakoç, Gökalp’in “Evvelâ hars millî olduğu halde medeniyet beynelmileldir” (Gökalp, 1990: 25) yargısına itiraz etmekte ve fakat “Aynı mamure dâhilinde bulunan bütün bu mefhumların, bilgilerin ve ilimlerin mecmuu, medeniyet dediğimiz şeyi vücuda getirir” (Gökalp, 1990: 26) yargısından kopamamaktadır. Nitekim Karakoç da “Medeniyet, insanoğlunun, asıl amacını gerçekleştirmesi çalışmalarından, ona varma arayışlarından, onu bulmuşsa kaybetmeme çabasından, onu süsleyip püslemesinden, o yöndeki duygularını ve düşüncelerini ifade etme isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerinin, teori ve pratiğinin, tasarım ve eserlerinin, reel ve potansiyel güçlerinin tümü demektir” (Karakoç, DK, 2015: 9) demektedir. Yine Karakoç, “İslâm Medeniyeti, İnsanlık Medeniyeti’nin dolunay hali, en mükemmel ve üstün halidir” (Karakoç, DK, 2015: 18) ifadesiyle evrensel ve tarihi bir insanlık medeniyeti tasavvuruna bağlanmaktadır.

 

Karakoç, İslâm Medeniyeti’nin Roma Medeniyeti’nden aldıklarını da “İnsanlık Medeniyeti” kavramı içinde değerlendirerek Gökalpçılığı aşamamaktadır: “İslâm Medeniyeti ve onun bir uzantısı olan Osmanlı Medeniyeti, eğer iddia edildiği gibi Bizans’tan bir takım alıntılar yapmışsa, bunun tarihi-psikolojik sebebi açıktır; kendi malını geri almak demektir bu, çalınmış mal sahibine geri döner kuralınca. Yani doğuya, daha doğrusu Ortadoğu’ya ait şeyler, Bizans’tan sökülüp tekrar bu bölgenin öz medeniyeti olan İslâm Medeniyeti’ne bağlanmıştır. Bir yuvaya dönüş olayıdır bu. İslâm Hukuku’nun Roma Hukuku’yla ortak ya da benzer kurumları için de aynı şeyleri söyleyebiliriz (…) İnsanlığın bilinebilen en eski merkezî medeniyeti, bugün Ortadoğu dediğimiz dünya parçasında meydana geldi. Mezopotamya Medeniyeti’dir bu. Babil Medeniyeti diyebileceğimiz bu medeniyet, Mısır Medeniyeti’nin, o da Yunan Medeniyeti’nin hocası oldu. Yunan Medeniyeti ise Roma Medeniyeti’nin hocasıdır. Bu medeniyetlerin ölmeyen tarafları bir miras gibi birbirine kalarak en sonda Roma Medeniyeti’nde toplanmıştır. İnsanlığın Medeniyeti olan Babil Medeniyeti’nden gelme ve kalma nice kurum ve kuruluş, geliştirile geliştirile, başka katkılarla da zenginleştirile zenginleştirile Bizans’ta toplandı. İslâm Uygarlığı ise, İnsanlık Uygarlığ’nın yeniden dirilişi olarak ortaya çıktığından, birike birike gelen bu mirası kendi orijinal yapısına almışsa, bunu medeniyetler tarihinde ilk olan bir vak’a gibi abartanlara şaşmamak mümkün mü?” (Karakoç, DK, 2015: 15).

 

“Medeniyet evrenseldir” diyen Gökalp, medeniyet kavramında sekiz türlü içtimaî hayattan bahsetmektedir: “Dini hayat, ahlâkî hayat, hukukî hayat, muakalevî hayat, bediî hayat, iktisadî hayat, lisanî hayat, fennî hayat” (Gökalp, 1990: 25). Karakoç, Gökalp eleştirisi yapmakta ise de Mezopotamya-Babil-Mısır-Yunan-Roma-İslâm-Osmanlı hattı üzerinde “birike birike miras kalan bir İnsanlık Medeniyeti” anlayışı getirmekle “Gökalpçı evrensel medeniyet” fikrine bağlı kalmaktadır.

 

Birike Birike Gelen İnsanlık Medeniyeti ve Hz. Musa (as)’nın İsyan Ahlâkı:

 

Bu noktada Sezai Karakoç’un şu soruya da cevap vermesi kaçınılmaz olmaktadır. Eğer Mısır Medeniyeti, Yunan-Roma-Osmanlı Medeniyetlerinin hocası ise, Hz. Musa (as), niçin bu dönemin Müslümanları olan İsrail oğullarını “medeniyetten” hicret etmeye davet etmiştir? Firavun öldükten sonra Mısır Medeniyeti’ne Müslümanlar (Hz. Musa ve İsrail oğulları) niçin geri dönmemişlerdir? Anlaşılacağı üzere Mısır Uygarlığı’ndan Müslümanların aldığı veya alacağı bir miras olmamış ve fakat bu uygarlık ibret olsun diye tarihe kalıntı – atık olarak bırakılmıştır. Hz. Musa (as) Sezai Karakoç’un İnsanlık Medeniyeti içinde Yunan-Roma-Osmanlı’ya kazanımlarını miras bırakan Mısır’a niçin İsyan Ahlâkı ile direnmiştir?

 

Bu sorular karşısında Sezai Karakoç’un “Ziya Gökalp’in medeniyet ve kültür tanımlarından ayrılıyoruz. O kültürü, millî, medeniyeti milletlerarası kabul ediyor” (Karakoç, DK, 2015: 10) ifadesi boşluğa düşmektedir. Sezai Karakoç “evrensel insanlık medeniyeti söylemiyle Ziya Gökalp’in fikirlerine (belki de kerhen) katılmakta ve fakat kültürü milletlere değil İslâm milletine hasrederek ondan ayrılmakta görünmektedir.

 

Tarımcı Üretim Biçiminin Tarih Dışına İtilmesi:

 

Sezai Karakoç’un Batı’nın ürettiği teknik-uygarlığı içselleştirme gayreti, onu tekno-uygarlık öncesi üretim biçimlerinden kopmaya sürmektedir. “Avrupa ve bütünüyle Batı, bilgisayar çağına girdi, ama bilgisayarı kendi yaptı. Aynı şekilde, eğer onu biz kendimiz yaparsak, bizim de kullanma hakkımız olur. Yoksa çalışıp, ziraatçılık yapıp, ziraî mahsullerimizi gönderip, tonlarca, kamyonlarca ziraî mahsulümüzü gönderip bir bilgisayar ithal edersek, bu alım satımla bilgisayar çağına geçmiş olmayız. Bu şu demektir: sen yine tarımcısın. O ağır sanayici veya bilgisayarcıdır” (Karakoç, ÇY, 2015: 46).

 

İnsanlığın geçmiş tarihinde modern insandan daha güçlü kavimlerin varlığını beyan eden Kur’an, tarihin ilerlemeci bir kanuna tabi bulunmadığını işaret etmektedir. Nitekim, Mısır Uygarlığı’nın sırları henüz insanlığın bilgisi dâhilinde değildir. Bu gerçek nedeniyle Batı uygarlığının 100 yıl sonra varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği bilinmemektedir. Uygarlıkları tarih sahnesinden silen afetler, teknolojinin – kalkınmanın kurtuluşa yetmediğini göstermektedir. Tarım toplumlarının ilkel, teknoloji-bilim toplumlarının ileri olduğu fikri Batı tarih felsefesinin kurgusudur ve sömürgeciliği saklama söylemidir.

 

İlerlemeci tarih görüşünün tezleri, Sezai Karakoç’un yaklaşımlarına da sirayet etmiştir. Merhaleci, dönemci, “Tarım Toplumu-Sanayi Toplumu-Bilişim Toplumu” şeklinde ilerleyen dönemci tarih bilinci vahiy-Kur’an karşısında iflas etmektedir. Zira, Batı’nın 18. Yüzyılda icat ettiği buharlı gemiler, çelik, endüstri devrimi denilerek gerçekleştirilen yeni üretim biçiminin teknolojileri insanlığın erken dönemlerinde gerek bilgi ve gerek ise teknik halde peygamberler tarafından getirilmişti. İki dağ arasını çelikle kapatan Zülkarneyn 18. Yüzyıl endüstrisinden çok önce bu tekniği kullanmış, fakat bunu kalkınma-terakkî fikrinin malzemesi kılmamıştı. Benzer şekilde Nuh’un tekniği olan gemi, yelkensiz ve mürettebatsız bir gemidir. Kendi oğlunu bile mürettebat yapamayan Hz. Nuh (as), hayvanları çifter çifter gemiye yerleştirmiş, onların gemideki barınaklarını-yiyeceklerini düşünmüş olmalıdır. Bu manada bilim ve teknoloji Batı’nın icadı da değildir. Batı gelişmesinin sebebi teknik-bilim değil, sömürgeciliktir.

 

Üstat Sezai Karakoç yukarıya aldığım ve değerlendirdiğim düşünceleri ile Umrancı düşünce geleneği içindedir. Umrân, mamur yer ve imar etmek manalarına gelir. İmaret,  mamure,  imar,  mimar, tamir kelimeleri de birbiriyle ilişkilidir. Umrân’ın zıddı İbn Haldun’da harâbe, bedavet, virane, mezra, arazi-yerdir. İbn Haldun’a göre, insan ancak bir toplum içerisinde ve toplumsal olarak var olur. Bu konuda Farabi de aynı şekilde düşünmektedir. Fakat İbn Haldun, çobanlık, çiftçilik yapan içtimaî yapıları bedevî saymaktadır. Farabi ise bir toplumun kıl-yün meskenlerde oturması, yerin altında veya üstünde mağarada yaşaması bedevilik değildir. İbn Halduncu bakış açısıyla Hz. Musa (as) Mısır’dan kaçıp bir çoban kızla evlendiği için bedevî olmak gerekir. Farabi açısından ise fazıl kişi, faziletli bir topluma katılmıştır. Türkiye’de Umrancı düşünce Kur’an kıssaları karşısında moderniteden gelen etkilenmeler nedeniyle çaresiz kalmaktadır.

 

 

 

-          Gökalp Ziya, Türkçülüğün Esasları, Haz: Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990

-          Karakoç Sezai, Çıkış Yolu II - Medeniyetimizin Dirilişi- Dört Konferans, Diriliş Yayınları, 2015

-          Karakoç Sezai, Düşünceler I-Kavramlar, Diriliş Yayınları, 2015

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Lütfi Bergen