Web Tasarım Ankara

 14 MAYIS SEÇİMİ DEVR-İ SÂBIK YARATIR MI?

 

Âdem Çaylak

ademcaylak@gmail.com

8 Mayıs 2023

 

14 Mayıs, Türkiye’nin siyasal hayatında sembolik bir tarihtir. 14 Mayıs 1950 seçimleri ile tek-parti rejimi sona ermiş, “yeter söz milletindir” sloganı ile hürriyet vadeden Demokrat Parti (DP) iktidara gelmiştir. “1946 ruhu” siyasal efsanesi[1] ile iş başına gelen DP’nin hürriyetperver ve demokratik bir hareket olup olmadığı devr-i sâbık (geçmişin hesabını sormak) yaratıp yaratamadığı ile doğrudan orantılı idi. Aslına bakılırsa bu durum, sadece DP ile   değil, Türkiye’de 1950’den sonra iş başına gelen tüm iktidarlar geçerli olsa gerektir.

 

Cumhuriyet tarihinde muhalefette iken iktidarın baskı, hukuksuzluk ve yolsuzluklarına karşı çıkarak bunlardan hesap sorulacağını iddia eden ve özgürlük, eşitlik ve adalet vâdi ile iktidara gelen tüm siyasal partilerin, muhalefette iken savundukları tüm ilkelerin altını oyacak politikalara imza atmalarının nedeni, devr-i sâbık yaratmamaları (geçmişin sorumlularından hesap sormama) ve var olan yönetsel koşul ve siyasi gücü kendi lehlerine kullanmaktan çekinmemeleridir. Böylesi bir tarihsel engramın tipik örneği ve başlangıcı DP ile başlamış ve ondan sonra iktidara gelen tüm siyasal partiler tarafından devam ettirilmiştir.

 

DP’nin, 1946-50 arasındaki muhalefet döneminde, tek-partili devletin zulüm, hukuksuzluk ve sömürü düzeninden o kadar şikayetçi olmasına ve iktidara geldiklerinde hesap soracağını politikasının merkezi haline getirmesine rağmen devr-i sâbık yaratmama politikası, kendisinden sonraki siyasi süreçleri de belirlemiştir. Bundan sonraki süreçte, Türkiye’de iktidar gücü ile yolsuzluk, zulüm ve adaletsizlik yapanların yaptıklarının yanına kâr kaldığı ve hiçbir şekilde sorumlularından hukuki ve siyasi bir hesabın sorulmadığı bir kötü bir yasallık zemini oluşmuştur. Bu da Türkiye’de neden kurallara dayalı bir adalet duygusunun kurumlaşamadığını ve özgürlük ve eşitliğe dayalı bir demokrasinin neden konsolide olamadığını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Bu bakımdan, DP’nin devr-i sâbık yaratmama politikasına kısaca bakmakta fayda vardır.     

 

14 Mayıs 1950 seçimleri sonucu, “jandarma dipçiği” ve “vergi tahsildarı” simgeleri ile ifade edilen Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) zulüm, baskı ve sömürü düzeninin sona ermesiyle iktidar koltuğuna oturan DP Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes, muhalefette iken tek-parti rejimi döneminin her türden baskı, yolsuzluk ve hukuksuzluklarından sorumlu olanlardan hesap soracaklarını söylemine rağmen, ne var ki 29 Mayıs 1950 tarihli 19. Cumhuriyet Hükümeti’nin (I. Menderes Hükümeti) programını sunuş konuşmasında aynen şunları ifade etmiştir:[2]

 

Çok Muhterem Milletvekili Arkadaşlarımız; Seçimlere takaddüm eden zamanlarda Demokrat Parti adına neşrolunan seçim beyannâmemizde ifade ve taahhüt olunduğu gibi iktidar değişikliğinin memlekette maddi ve ruhi hiçbir sarsıntıya meydan vermemesi ve bilhassa bir devri sabık yaratmak gibi meşum temayüllerin önlenmesi esaslarında azmimiz katidir. Bundan başka gene seçim beyannâmemizde yazıldığı üzere, millete mal olmuş inkılâplarımızı mahfuz tutacağız.

 

Aslına bakılırsa 1950 demokrasisinin, siyasal partilerin doktrin, program ve politika yönünden iyiden iyiye birbirine benzediği, sağ ve sol kutupların temsilinin asla söz konusu olmadığı bir yasallık zemininde oluştuğu, yönetici seçkinlerin sağ ve sol siyasal akımları siyasal faaliyetin dışında bırakmak için azami gayret gösterdiği[3],   sadece Kemalist “milliyetçi devrimcilikten”, Atatürkçü “popülist liberalizm”e geçildiği[4], “Halkın figüranlıktan pek ileri gidemeyeceği bir tür biçimsel demokrasi” kurgulandığı[5], halkçı-laik ideolojinin popülist bir biçimde yeniden yorumlandığı,[6] başka bir deyişle Türkiye’de, “muhalefetsiz bir demokrasi”nin kurumlaşmaya başladığı Menderes’in 29 Mayıs 1950 tarihli aynı konuşmasındaki şu sözlerinden anlaşılmaktadır:[7]   

 

Biraz yukarıda millete mal olmuş inkılâplarımızın korunmasından bahsetmiştik. Bu konuda bilhassa üzerinde duracağımız mesele memleketi içinden yıkıcı aşırı sol cereyanları kökünden temizlemek için icabeden kanuni tedbirleri almaktır. İrticai ve ırkçılık gibi ayırıcı cereyanları vasıta olarak kullanan ve çok defa kendisini bu maskeler altında gizleyen aşırı solcu hareketlere karşı gereken bütün kanuni tedbirleri almakta asla tereddüt etmeyeceğiz. Biz bugünün şartları içinde aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalâa etmek gafletinde bulunmayacağız. (Soldan bravo sesleri).

Hükümet programı hakkında söz alan Millet Partisi (MP) Genel Başkanı Bölükbaşı, uzun seneler devam eden diktatörlük idaresini yıkmak için beş yıldan beri Türk milletinin yaptığı mücadelenin, nihayet 14 Mayıs tarihinde yıkıldığını belirterek, programı bir hükümet programından ziyade parti programına benzetmiştir. Daha sonra Menderes’in devri sabık yaratmayacağız sözü üzerine çok şiddetli eleştirilerde bulunmuştur. Hükümetin mazide olup biten kötülüklere, manevi zaaflara, kanunsuzluklara, suistimallere ve edinilen gayri meşru servetlerden bahsetmediğini, mazide olan biteni hata, israf ve ifrat kelimelerinin üzerine yüklemeye çalıştığını anlatan Bölükbaşı, ülkede vatandaş hak ve hürriyetlerinin önünde fiili ve hukuki setler olduğunu, bu setler ortadan kaldırılmadıkça ve mazide tek parti devrinin sorumluluğunu üstlenmiş kişilerden hesap sorulmadıkça yeni iktidarın da milletten umduğu itibarı göremeyeceğini iddia etmiştir. Hükümetin “bir devri sabık yaratmayacağız” sözü ile mazinin üzerine sünger çekmeye hakkı olmadığını, geçmiş seçimlerde suç işlemiş olanların ve millet aleyhine her türlü kanunsuz harekette bulunan ve haksız servet edinenlerden hesap sorulması gerektiğini ifade eden Bölükbaşı, bunun memlekette bir tedhiş havası yaratılarak yapılmayıp normal adalet cihazının çalıştırılarak gerçekleştirilmesi gerektiğini de sözlerine eklemiştir. Ayrıca, bir demokrasi inkılabı gerçekleştirmek için mazinin hesabının sorulmasının gerekli olduğuna değinen Bölükbaşı, mücadelelerini, iktidarda bulunan adamların değil, iktidara hâkim olan zihniyetin değişmesi için yaptıklarını dile getirmiştir.[8]

 

Bölükbaşı sürekli, Menderes hükümetini eski düzeni, tek parti dönemini devam ettirmekle suçlamıştı. Ona göre, 1950 öncesinden siyasi zihniyet ve kadro bakımlarından tam bir ayrılık olmadıkça ve geçmişten hesap sorulmadıkça, yani “devri sabık yaratılmadıkça” demokrasinin memlekette tam anlamıyla kurulup gelişmesi mümkün değildi.

 

Celal Bayar, daha sonraları “devri sabık yaratmayacağız” fikrinin karşısında olduğunu itiraf etmiştir. Bayar, on beş yıl içinde (1946-60) Menderes’le iki konuda bağdaşamadığını söylemiştir. Bunlar, devri sabık yaratmamak taahhüdü ve CHP’nin mallarının hazineye intikalidir. Bayar, 1950 öncesinde işlenmiş idari ve siyasi suçların affedilmesi yoluna gidilmesinin pratikte hiçbir faydasının olmadığını, bu durumu halktan ve Meclis’ten gelebilecek baskı karşısında savunmanın zor olacağını belirterek, bu fikir doğrultusunda alınan genel idare kurulu kararının isabetli olmadığını, ancak kendisinin kerhen imzaladığını açıklamıştır.[9]

 

Muhalefetin hükümet programı hakkındaki eleştirilerine cevap veren Menderes, Bölükbaşı’nın şahsında MP’yi kindar olarak suçlamış ve MP’lileri ihtirasa sapmış kişiler olarak sunmuştur.[10] Bunun üzerine söz almak isteyen Bölükbaşı’na söz verilmemiş ve Bölükbaşı CHP’lilerle birlikte genel kurulu terk etmiştir. Salonu terk ederken Bölükbaşı, “1950 modeli demokrasi böyle olur” diyerek bağırmıştır.[11] Bölükbaşı, iktidarın değiştiğini ama ne yazık ki, zihniyetin değişmediğini söylemiştir. Bölükbaşı, DP’nin eski defterleri karıştırmayacağı vaadi ile iktidara geldiğini, bu yüzden seçimlere hile karıştırılmadığını da sözlerine eklemiştir.[12]

 

Yine Bölükbaşı, Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun Tasarısı (15 Mayıs 1950’den önce işlenen suçların affını öngören tasarı) konusunda Meclis’te yapılan görüşmelerde sert bir üslup kullanmıştır. Bölükbaşı konuşmasında, bunun bir af kanunu olmayıp bir tür tecil kanunu olduğunu, 1946’dan beri hürriyet için mücadele edenlerin bu kanunla af edilmediğini, eski iktidarın kötülüklerine alet olanların hala işbaşında bulunduklarını, bunlardan hesap sorulmadığını, geçmiş dönemde vatandaşın reyini çalanların, mazbataları tahrif edenlerin bu kanunla af edildiğini belirterek fertler tarafından işlenen tecavüzlerin bir dereceye kadar affedilebileceğini, ancak yüzlerine kanun maskesini takarak kanunları hiçe sayanların ve her iktidara karşı uşaklık yapanların asla affedilmemeleri gerektiğini ileri sürmüştür. İdare cihazını kötülükleri yapanlardan temizlemedikçe ve bunun için gerekli kurumlar kurulmadıkça 14 Mayıs inkılabının tatlı bir hatıradan ibaret kalacağını dile getiren Bölükbaşı, devletin kanuna, kanunun da milletin vicdanına bağlanarak bu işlerin düzeleceğini savunmuştur.[13]

 

Daha sonra Mardin Milletvekili Kemal Türkoğlu ile birlikte bir takrir (önerge) veren Bölükbaşı, 1946’dan itibaren yapılan seçimlerde suç işleyen İcra Vekilleri Heyeti üyeleri ve devlet memurları ile Türklerin kamu hakları aleyhine suç işleyenler, adam öldüren, işkence yapanlar hakkında af kanununun birinci fıkrasının hükmünün tatbik edilmemesini (yani bunların affedilmemesini) ve bu hususlarda kanuni zaman aşımının bu kanunun neşri tarihinde başlamasını istemişlerdir. Bu konuda bir konuşma yapan Bölükbaşı, 1946’dan beri yapılan seçimlerde işlenmiş suçların zaman aşımı dolayısıyla takip edilemeyeceği husususun yanlış olduğunu, hukukta zaman aşımını kesen bir takım sebeplerin var olduğunu, geçmişteki kanunsuzlukların zaman aşımı ileri sürülerek kesilmesiyle gelecek için bu gibi suçlar hakkında gerekli tedbirlerin alınamayacağını ve af konusunda bu şekilde davranıldığı taktirde de, gelecekte her iktidarın idare cihazını kendi amaçları doğrultusunda kullanmayacağı gerçeğini kimsenin garanti edemeyeceğini vurgulamıştır. Bölükbaşı’nın takriri nedeniyle Meclis’te sert tartışmalar yaşanmıştır. Bölükbaşı, kendisi ve partisi hakkında sataşmalara yanıt vermek istemişse de Meclis’e hakim olan DP milletvekillerinin oyları ile kendisine söz verilmemiştir. Bunun üzerine Bölükbaşı, “İşte 14 Mayıs demokrasisi ve hukuk devleti budur” diyerek tepkisini dile getirmiştir. Ardından takrir reddedilmiştir.[14]

 

DP’nin devr-i sâbık yaratmama politikası, ne yazık ki kendisinden sonra gelen tüm iktidarlar tarafından uygulanmış, iktidar gücünü kullanarak suç işleyen, baskı ve zulüm politikası güden ve yolsuzluk yapanlara karşı göstermelik yargılama süreçleri dışında geçmişin hesabı hukuken ve siyaseten sorulmamıştır. Ne var ki DP’nin devr-i sâbık yaratmama politikası, en çok kendisini vurmuş ve 27 Mayıs darbesi ile yönetim ve siyasete el koyan askeri vesayet rejimi, DP’yi kapatmış Yassıada Duruşmaları ile DP döneminin hukuksuzluk ve yolsuzluklarından hesap sormuş, sorumlularını tutuklamış ve Başbakan Menderes ile iki bakanı idama mahkûm etmiştir. Şurası dikkatten kaçmamalıdır ki geçmişten hesap sorma işi siyaset dışı askerin/ordunun değil, siyaset ve hukukun işi olmalıydı. O vakit devr-i sâbık yaratmanın siyasi etikte bir etkisi olacak ve Türkiye hukuk ve yasaya dayalı açık, şeffaf ve demokratik bir siyasi rejime kavuşabilecekti. Zaten 27 Mayıs askeri darbesinden 28 Şubat post-modern darbe sürecine kadar sonraki tüm süreçte zaman zaman asker yönetime el koyarak askeri vesayet rejimini sürdürmüştür. Tüm bu dönemde siyasal iktidarlar kendisinden önceki iktidarların suç ve yolsuzluklarına karşı hiçbir hesap sorma yönüne gitmeyerek, kendisinden önce var olan ve kendi siyasi gücünü perçinleyen yönetsel mekanizmaları daha da ağır uygulamaktan çekinmemişlerdir. Başka bir deyişle iktidara gelen siyasal partiler, askeri vesayet altında var olan siyasi düzeni devam ettirerek siyaseten ve iktisaden iktidardan nemalanmanın yolunu tutmuşlardır.

 

İşte iktidarların devr-i sâbık yaratmama politikası yüzünden devletin tanrısı, tek parti döneminde (1925-1946/50) “etnisist/milliyetçi/seküler otoriter ve totaliter Kemalist” formla, DP döneminde (1950-60) “halkçı/popülist Atatürkçü” formla, 1960’larda “darbeci/sol Kemalist” ve “milliyetçi/halkçı/popülist Kemalist merkez-sağ” formla, 1970’lerde, “milliyetçi/halkçı ve milli cepheci” formla, 1980’lerde “darbeci Atatürkçü ve liberal muhafaza‘kâr’ ılımlı merkez-sağ” formla, 1990’larda “merkez-sağcı ve darbeci seküler Kemalist” formla, 2000’lerde “dinci Kemalist (Hizmet’kâr’ şebeke) ile muhafaza‘kâr’ demokrat (Ak Parti) bileşiminden oluşan formla, 2016’dan sonra ise “İslamcı-milliyetçi Akkurt” formla kendi “madde”sini hepten tahkim etmiş ve Kemalist “beden”ini taze kanlar ile yıkar hâle gelmiştir.

 

28 Şubat post-modern darbesi ve askeri vesayet rejimine sözüm ona karşı duruş, millet iradesi, adalet, özgürlük ve demokrasi vâdi ile 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (Ak Parti) devr-i sâbık yaratmak şöyle dursun, 12 Eylül darbe anayasasını kendi iktidarını daha da güçlü kılacak biçimde, denge denetleme ve fren sisteminden yoksun otoriter bir başkanlık sistemine geçtiği, YÖK başta olmak üzere 12 Eylül rejiminin pek çok kurumlarını kendi iktidarını perçinlemek için kullandığı, 28 Şubat post-modern darbenin sorumlularını göstermelik yargılamanın ötesinde, 28 Şubat’ta etkili olan pek çok asker, siyasetçi, hoca ve yönetici ile birlikte hareket ettiği, 1990’ların faili meçhullerinden sorumlu olduğu bilinen derin devletçi, mafyatik örgütlenmeci ve ulusalcı pek çok siyasi aktörle ittifak yaparak siyaset yaptığı, muhalefette iken yargının siyasallaşmasına karşı çıktığı halde kendi iktidarı döneminde yargıyı kendine bağımlı kılarak adaletin bağımsızlığı ve tarafsızlığından eser bırakmadığı, tek-parti dönemi parti-devlet bütünleşmesinden şikayet ettiği halde parti devletine dönüştüğü, 1990’ların faili meçhulleri, yolsuzlukları ve hukuksuzluklarından yargısal ve siyasal hesap sormadığı ve var olan devlet gücünü kullanarak hukuksuzluk ve yolsuzluk yapanların üzerine gitmediği gibi pek çok husus izahtan varestedir.       

 

Ak Parti’nin devr-i sâbık yaratmama politikası şöyle dursun üstüne üstlük, Şerif Mardin, 30 Eylül 2003 tarihinde Ruşen Çakır’a verdiği bir mülakatta[15], “AKP’nin iktidarda olması Kemalizm’in bir başarısı sayılmalıdır” savını doğrularcasına Türkiye’de İslami köklerden gelen iktidar sayesinde, Kemalist “bedeni” tahkim eden bir tür siyasi muhafaza“kâr” İslamcılık “ruhu” oluşmuş ve biçimsel olmasa da mahiyet itibariyle Kemalizm ile aynileşen bir “yeşil Kemalizm”in temelleri atılmıştır. Başka bir deyişle, bugünün şartlarında Türkiye’de, “seküler” Kemalist “bedene”, “manevi/muhafaza‘kâr’” “ruh” üflenerek, Kemalist “beden” hepten güçlendirilmiştir. Manevi/milliyetçi/muhafaza“kâr” İslamcı şırınga ile “ruh”u yenilenen Kemalist “beden”e dayalı hegemonya, sözüm ona kendi karşıt ve muhaliflerini bile kendine benzetmeyi başarmıştır. İbn Haldun’un, “Yenilenler yenenleri taklit eder”, Paulo Freire’nin, “Ezilenlerin Pedagojisi” ve “Her katil kendi celladına âşık” olur sözlerini hatırlatırcasına, İslamcı siyaset ve aşırı destekçileri olan muhafaza"kâr"lar, Kemalist devletin manevi aşıcıları ve dinsel versiyonu hâline gelmiştir. 

 

Ak-devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2023 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri için Türkiye siyasi tarihi için sembolik bir önemi haiz olan 14 Mayıs’ı belirlemiş ve tüm taraflar kendilerince 14 Mayıs’a tarihi bir eşik gözüyle bakmaya başlamıştır. 14 Mayıs 2023 tarihi seçimi, Ak Parti, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Hür Dava Partisi (Hüda Par), Yeniden Refah Partisi (YRP) ve diğer küçük partilerin desteği ile oluşan Cumhur İttifakı ile CHP, İyi Parti (İYİP), Saadet Partisi (SP), Demokrasi ve Atılım Partisi (Deva Partisi), Gelecek Partisi (GP), Demokrat Parti’den (DP) oluşan 6’lı masanın oluşturduğu Millet İttifakı ve ittifaka dışardan destek veren Yeşil Sol Parti (HDP) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) arasında yapılacak. Cumhur İttifakı’nın başını çeken Ak iktidar, tüm söylemine rağmen kendinden önceki karanlık dönemlere ilişkin devr-i sâbık yaratmamış aksine dönemin pek çok kurumu ve siyasi aktörü ile aynileşmiştir. Ak Parti’nin 14 Mayıs seçimlerini kazandığı taktirde kendi iktidar döneminin yolsuzluk, adaletsizlik, haksızlıklarına yönelik bir devr-i sâbık yaratmayacağı dikkate alındığında, seçimi Millet İttifakı ve destekçileri kazandığı taktirde Ak Parti dönemine ilişkin bir devr-i sâbık yaratıp yaratmayacağı, Türkiye’nin hukuk ve yasaya dayalı eşitlikçi, adil ve özgür siyasal toplum olup olamayacağını belirleyecektir.

 

Millet İttifakı’nı teşkil eden siyasal partilerin de geçmişin tortu ve veballerini üzerinde taşıyan siyasal düzen ile aynı siyasal kültür ve iklimden beslenen rejim partileri olduğu gerçeği, siyasi ve ekonomik geleceğimize ilişkin ümitvar olmamı engellese de 14 Mayıs’la birlikte, mazide olup biten kötülüklere, hukuksuzluklara, suistimallere, edinilen gayri meşru servetlere, yurttaş hak ve hürriyetlerinin önünde fiili ve hukuki setlere, daha önceki iktidarlar döneminde suç işlemiş olanlara, yurttaş aleyhine her türlü hukuksuz harekette bulunanlara ilişkin intikamcı siyasetten uzak bir biçimde tarafsız ve bağımsız yargı önünde hesap sorulmasını yani bir devr-i sâbık yaratılmasını temenni etmekteyim. 14 Mayıs seçimini Millet İttifakı ve destekçileri de kazansa, 1950’de başlayan devr-i sâbık yaratmama politikası devam ettiği sürece ne yazık ki Türkiye’de özgür, eşit, adil ve hakkaniyete dayalı bir siyasi düzen kurulamayacaktır. Çünkü devr-i sâbık yaratmak, iktidarda bulunan siyasi aktörlerin değil iktidara hakim olan zihniyetin değişmesine bir kapı aralayacaktır.             

 

Son olarak şu noktanın altını çizmek isterim ki hangi siyasal zihniyet ve parti iktidara gelirse gelsin, af mekanizmasının olduğu ve istifa kültürünün olmadığı bir siyasal kültür ve iklimde Türkiye’de yasaya dayalı bir siyasal rejim, özgürlük, eşitlik, adalet, hakkaniyet ve insan haklarına dayalı bir demokrasinin kurumsallaşması mümkün değildir.   

 

 

 

 

 

 



[1] “1946 ruhu”nun bir siyasal mit olduğu ve DP’nin içinden çıktığı Cumhuriyet Halk Partisi gibi bir tür “ikiz demokrasiler” partisi olduğuna ilişkin tarihsel bir analiz için, bkz. Adem Çaylak, “1946 Ruhu Efsanesi” Radikal İki, 13 Kasım 2006.

[2] Başbakanlarımız ve Genel Kurul Konuşmaları, Cumhuriyet Hükümetleri Dönemi, Adnan Menderes, Hazl. İrfan Neziroğlu-Tuncer Yılmaz, Cilt 4 (TBMM Başkanlığı Yay., Ankara: 2014), s.13-14.

[3] Bu konuda Eroğul, çok partili düzende sol kanatın öngörülmediği, hatta sağın tüm eğilimlerinin (Osmanlı düzenine geri dönmek isteyen gericiler, laikliğe karşı olan şeriatçılar, Nazilere özenen faşistler gibi) temsilinin asla söz konu edilmediği bir “demokrasi” yaratılmaya çalışıldığını ve meşru olarak kabul edilen tek muhalefetin, iktidarın ideolojisinden pek farklı olmayacak bir tür yarı-liberal bir sağcı muhalefet olduğunu dile getirir. Bkz., Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-71”, Derl., İrvin Cemil Schick – Ertuğrul Ahmet Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye (İstanbul: Belge Yayınları, 1992) içinde, s. 115.

[4] Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji (Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere), Çev., Eli Levi (İstanbul: İletişim Yayıncılık, 1986), s. 70.

[5] Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi (Ankara: İmge Yay., 2003), s. 20-21.

[6] İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Popülizm”, CDTA, C. 8 (İstanbul: İletişim Yayınları), s. 2076-86.

[7] Başbakanlarımız ve Genel Kurul Konuşmaları, a.g.e., s. 15.

[8] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: IX, C. 1, Toplantı: Olğ., Dördüncü Birleşim (31. V. 1950), s. 54-64.

[9] Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes (İstanbul: Baha Matbaası, Tarih Belirtilmemiş, Meclis Kitaplığına Giriş Tarihi 1969), s. 141-143.

[10] Başbakanlarımız ve Genel Kurul Konuşmaları, a.g.e., s. 29.

[11] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: IX, C. 1, Toplantı: Olğ., Beşinci Birleşim (2. VI. 1950), s. 142-143. 

[12] Kudret, 6. 6. 1950.

[13] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: IX, C. 1, Toplantı: Olğ., Yirmi İkinci Birleşim (13. VII. 1950), s. 612-615.

[14] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: IX, C. 1, Toplantı: Olğ., Yirmi İkinci Birleşim (13. VII. 1950), s. 651-58.

[15] Vatan, 30.09.2003.

Kategori: Âdem Çaylak