Web Tasarım Ankara

 DARBE TOPLUMLARI-TERÖR TOPLUMLARI

 

Lütfi Bergen

lutfibergen@gmail.com

29.06.2016

(5 Maide 32): “İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şu hükmü yazdık: Kim bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak sebebiyle olmaksızın bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.”

 

Ortadoğu’da Osmanlı sonrası oluşan boşlukta yaşanan mülk-nüfuz ve iktidar kavgaları, vücut bulmuş birçok siyasal hareketi terörize etmiş durumdadır.

 

Burada asıl sorun, kendini imha ederek başkalarının hayatlarına da son veren eylemcilerin bölge insanı içinden çıkmasıdır. Terörün son dönemde usul ve yöntemlerinin değişmiş olması onun tarif edilmesini de güçleştirmektedir. Günümüzde terörist örgütlerin dökümü “devletlere göre” değişmektedir. Terör örgütü listeleri, devletlerin pragmatist amaçlarına göre güncellenmektedir. Medyaya düşen haberlerde örneğin ABD Hükümeti’nin, “X örgütünü, Yabancı Terörist Organizasyonlar listesinde yer verdiği” ifade edilebilmektedir. Bazı yaklaşımlar sadece örgütleri değil devletleri de terörist tüzel kişilikler içinde saymaktadır. Örneğin İslamcılık düşüncesi İsrail’i “terörist” saymaktadır.

 

İsrail’in bölgedeki varlığını terörizm-işgalcilik gibi terimlerle karşılamak bölgedeki siyasi oluşumların ve güç devşirme örgütlerinin de benzer metotlarla yürüdüğü gerçeğini örtmemelidir.

 

İsrail’i Ortadoğu’ya yerleştiren terör-katliam-işgal-iskân ve dışlama siyasetinin bölge halklarının da kendi ulus-devlet varlıklarını gerçekleştirirken kullandığı bir metot olduğu gerçeğini atlayamayız.

 

Bu yazıda terör-kitlesel şiddet konusunda “adalet”, “insan varlığının değeri”, “sivil-askerî ayrışmalar” kavramlaştırmasından hareketle bir değerlendirme yapılacaktır.

 

Şiddet ve siyaset ilişkilerini iki kavramla ele almak da mümkün görünüyor: “Darbe toplumları” ile “terör toplumları.” Birinci kavrama Kaddafi-Libya, ikinci kavrama da Mandela-Güney Afrika Cumhuriyeti örnek gösterilebilir.

 

Darbe Olarak Libya:

 

Libya’da 1969 yılında yapmış olduğu darbe sonucu iktidara gelen Kaddafi şöyle diyordu : “Tek bir Arap’ın 300 Amerikalıyı öldürerek Amerika’nın Lübnan’dan kovuluşunu hazırlamasının sunduğu ders şudur: Muntazam ordulara her zaman güvenilmeyebilir ama silahlı bir halk hiçbir zaman yenilmez.” Amerika fiilen Lübnan’dan çıkmış olabilir fakat Lübnan hiçbir zaman barışa kavuşamadı. Bu nedenle “Lübnanlaşmak” Ortadoğu ülkelerinin adalet-barış-birlikte yaşama gibi kavramlar bakımından irtifa kaybetmesinin terimidir.

 

Kaddafi’nin işaret ettiği “Amerika’nın Lübnan’dan kovuluşu”nun hikâyesi Mete Çubukçu’nun Birikim Dergisi’nde yer alan “Lübnan: Kırılgan Mozayik” başlıklı yazısında şöyle anlatılır:

“1967 ve 1973 savaşlarında Arapların yenilmesi dolayısıyla Filistinlilerin büyük kitleler halinde göçü Lübnan’da sonlanmıştı. Filistinli örgütler giderek Lübnan’da etkili olmaya başladı. İsrail ise faşist Hıristiyan (Maruni) gruplarla birlikte hareket etmeye başlamıştı. Bir yanda Filistinli örgütler, Şii Emel ve Dürziler diğer yanda Hıristiyan falanjistler, Lübnan iç savaşının taraflarıydı. İç savaşı engellemek için Lübnan’a gelen Fransızlar, ardından Amerikalılar ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Hizbullah’ın en büyük eylemlerinden biri Amerikan üssüne yapılan intihar saldırısıydı ve 241 Amerikan deniz piyadesi öldürülünce ABD apar topar Lübnan’ı terk etmişti. 1976’da ise Suriye Lübnan’a çağırıldı. Belki ironik gelecek ama Suriye’yi Lübnan’daki iç savaşta “barış gücü” olarak çağıranların başındaysa bugün çekilmesi için baskı yapan ABD vardı. Suriye Lübnan’da görece istikrar sağladı. Aslında geriye dönüp baktığımızda Suriye ve Lübnan’ın ayrı topraklar olmadığı görülecektir. Çünkü Lübnan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye’den koparılan topraklar üzerinde kurulmuş ve dolayısıyla birçok Ortadoğu ülkesi gibi yapay bir ülkedir. Bu yüzden Suriye-Lübnan ilişkileri geri çekilmeyle sonlanacak bir ilişki değildir. Ekonomik ve siyasî açıdan birbirini besleyen ülkeler ve süreçlerdir. Suriye’nin Arap Birliği kararı ile Lübnan’a girmesinin bir diğer nedeni ise İsrail’e karşı bir denge oluşturmaktı. İsrail Golan’ı işgâl edince Suriye de İsrail’i başta Hizbullah olmak üzere diğer örgütlerle Güney Lübnan’dan rahatsız edecektir. 1976’dan bu yana Suriye’nin varlığı tüm Lübnanlılar tarafından olumlu karşılanmıştır. Hıristiyanlar ve Müslümanlar değişen konjonktüre, iktidar yapılarına göre Suriye’nin yanında ya da karşında olmuştur. Son dönemde Suriye’nin varlığına karşı çıkan Hariri bir dönem Suriye’yi desteklemiş, Beyrut meydanlarında bayraklarla sokaklara çıkarak Suriye karşıtı gösteriler düzenleyen, Batılıların pek sevdiği “Sedir devrimcileri” daha önce Suriye’nin yanında olmuşlardır” (Mete Çubukçu, Lübnan: Kırılgan Mozayik, Birikim Dergisi, Sayı: 192 - Nisan 2005). 

Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere devletlerin terörle doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Diğer değişle terör eylemleri hiç de Kaddafi’nin “Tek bir Arap’ın 300 Amerikalıyı öldürerek Amerika’nın Lübnan’dan kovuluşunu hazırlaması” perspektifiyle ele alınamaz. Nitekim M. Serkan Taflıoğlu’nun Lübnan-Hizbullah’ı hakkında yazdıkları, terör örgütlerinin devletlerin resmi olmayan askeri müdahale araçlarına dönüştüğünü de göstermektedir. Taflıoğlu İran Devrimi sonrasında bu ilişkiler ağını özetle aşağıdaki gibi anlatır:

1982 yılında İran Devrimi sonrasında İran Anayasası’nda belirtilen özgürlük hareketlerinin desteklenmesi maddesi uyarınca Tahran’da “Özgürlük Hareketleri Konferansı” düzenlendi. Bu konferansa Lübnan’dan Seyit Muhammed Fadallah gibi ruhaniler de katıldı. Bu ruhaniler Lübnan’a İran’dan yardım istemekte ve İsrail işgaline karşı direnişin desteklenmesi için Devrim Muhafızları’nın gönderilmesini talep etmekteydi. Humeyni’nin onayını alan 9 kişilik heyet örgütü oluşturdular. Bunun üzerine İran Silahlı Kuvvetleri üst düzey komutanları Hafız Esat ile görüşmek üzere Suriye’ye geldi. Görüşmenin ana konusu Lübnan’da İsrail’e karşı savaşacak İran askeri ve sivil personelin Suriye üzerinden geçirilmesiydi. Suriye bu isteği kabul etti ise de İran’ın Lübnan’da güçlenmesinden tedirginlik duymaktaydı. Bu nedenle İranlı personelin savaşmasına değil, Lübnan’daki silahlı direnişçilere eğitim ve lojistik destek vermesine izin verdi. Gerçekten de Hizbullah bölgedeki İsrail ordusunu yıldırıp, İsrailli askerleri esir almaya başladı.  Lübnan’da Hizbullah’ın Şiilerin en güçlü temsilcisi konumuna gelmesiyle Lübnan Yüksek Şii Meclisi ve Emel örgütü hızlı bir şekilde itibar kaybetmeye başlamıştır. Bu durum Laik bir yönetime sahip ve Emel örgütünün destekçisi konumundaki Suriye’yi son derece rahatsız etmiştir. Hizbullah Örgütünün ana hedefinin Lübnan’da İslam Cumhuriyeti kurmak olduğu vurgusu, Suriye’nin rejimi için ayrı bir tehdit unsuru oluşturunca Suriye askeri birlikleri Beyrut’a girerek Hizbullah’ın Fetullah karargahına saldırıp 23 kişiyi öldürmüştür. (M. Serkan Taflıoğlu, Bir Direnişin Tarihçesi; Hizbullah'ın Doğuşu, Felsefesi ve Mücadelesi, 21. Yüzyıl Dergisi, ss: 93-116, 2008

Şimdi tekrar Kaddafi’ye dönebiliriz. Kaddafi 29.04.2004’te Fransız RFI radyosuna şöyle demeç verdi: “Geçmişten pişman değilim. Kurtuluş ve özgürlük savaşındaydık. Bizi terörizmle suçladılar. Bu bizim için ödenmesi gereken bir bedeldi. Bu terörizm idiyse terörist olmaktan gurur duyarız. Çünkü Afrika’nın kurtuluşuna katkıda bulunduk. Geçmişten hiç pişman değilim.”

 

Lockerbie uçak bombalama (21 Aralık 1988) olayının emrini Kaddafi’nin verdiği ifade edilmiştir. Pan Amerikan Havayolları’na ait Boeing 747 tipi uçak, içine bomba konması sonrası, 21 Aralık 1988'te İskoçya’nın Lockerbie kasabası üzerinde infilak etmiş, 270 kişi ölmüştü. Lockerbie uçak bombalama olayı ardından Libya, uzun süre uluslararası alanda tecrit edilmişti.

 

Terör Olarak Mandela:

 

Mandela, Lockerbie bombacısının İskoçya’ya iade edilmesinde aktif rol oynadı ve Kaddafi’nin uluslararası tecritini kırmada arabuluculuk yaptı. Nitekim bu tavassut, İngiltere Başbakanı Tony Blair’in Trablus’u ziyaret etmesine kadar vardı.

 

Torununa Kaddafi ismini verecek kadar Kaddafi ile dost olan Mandela, 1997’de Kaddafi’ye Güney Afrika’nın en büyük ödülünü vermek üzere Libya’ya gitti. Buraya kadar “Darbe toplumları” kavramından hareket etmiş bulunduk. İkinci kavramımız “terör toplumları” idi. Yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere bu başlıkta Mandela’yı örnek vereceğiz. Bilindiği üzere Mandela, 1993’te Nobel Barış Ödülü sahibidir.

 

Mandela, 1960 yılında US (Umkhonto we Sizwe) adlı terör örgütünü kurdu. Bu terör örgütü birçok bombalı saldırı düzenledi, yüzlerce silahsız-sivil insanın ölümüne neden oldu. Örgüt hedefindeki insanları esir olarak alıyor ve “boyun bağı” adlı bir işkence ile öldürüyordu. “Boyun bağı” kaçırılan ve esir edilen kişinin boynuna araba tekeri asılıp yakılmasıyla tatbik edilen bir işkence ve infaz metoduydu. Tekerin yanmasıyla eriyen lastik mağdurun boynunu ve kafasını da yakmaktadır.

 

Mandela 1963 yılında tutuklandı. Suçlarını kabul etti. Fakat küresel sistem O’na 1993’te Nobel Barış Ödülü verdi. Güney Afrika’da ayrımcılığa karşı mücadelenin öncüsü, ilk siyah devlet başkanı oldu. Mandela, bizim paradigmamız açısından teröristtir; Barış Ödülü almaya lâyık da değildir.

 

Terörle ilgili literatür, tanımlama ve açıklamalarını, meseleye yaklaşırken belirlediği odak noktasını “siyasi amaçlı şiddet eylemi” vurgusundan yola çıkarak yapıyor. Böylece bu türden kavramlaştırmalarla yapılan analizlerde terörün bir araç ve yöntem olarak seçildiği, siyasal taleplerin yerine getirilmesi için askeri ve sivil hedeflere yönelik saldırıların düzenlendiği, şiddet ve terörün artık sınır ötesi eylemlere dönüştüğü, kamuoyunda korku ve panik yarattığı ve bu tür eylemlere karşı alınacak siyasi, hukuki ve güvenlik tedbirlerinin neler olması gerektiği, ayrıca şiddet ve terörün nasıl önlenebileceği üzerinde durulmaktadır (Talip Küçükcan, Terörün Sosyolojisi: Toplumsal Kökenleri Anlama İmkânı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 6, Sayı 24, ss. 33-54, 2010).

 

Talip Küçükcan’ın makalesinde dikkat çeken husus terörün ne’liği ile ilgili getirdiği yargıdır. Makaledeki yargıya göre terör siyasal ve stratejik bir seçenektir:

 

Bu makale, şiddet ve teröre başvurmanın siyasal ve stratejik nedenlere bağlı bir seçenek olduğunu, rasyonel bir siyasi tercihe dayandığını, iddia edildiği gibi tümüyle akıldışı, patolojik ve açıklanamaz olgular olarak görmenin yanlış olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda, şiddet ve terörün karmaşık süreçler ve çok sayıda değişkenin (siyaset, ordu ve güvenlik, ekonomi, küreselleşme vb.) ürünü olarak ortaya çıktığını iddia etmek kehanet sayılmamalıdır. Bu nedenle şiddet ve terörü ancak siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve güvenlik bağlamlarını dikkate alarak anlamak mümkündür (…)  Küreselleşme bizatihi toplumsal bir süreç olmamakla birlikte etkileri toplumsaldır. Hatta toplumsal dönüşüm süreci başlatacak kadar sosyal derinliği olan bir gerçekliktir. Bazı yönleri ile yeni sömürgecilik ve hegemonyanın aracı olan küreselleşme derin eşitsizlikler yaratmaktadır. Eşitsizliklerin kurumsallaştığı, ortak iyi ve çıkar etrafında birlikteliği sağlayan “toplumsal sözleşme”nin etkinliğini yitirmeye başladığı durumlarda, şiddet ve terörün siyasal amaçlı stratejik bir araç olarak kullanılma riski artmaktadır” (Talip Küçükcan, Terörün Sosyolojisi: Toplumsal Kökenleri Anlama İmkânı, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 6, Sayı 24, ss. 33-54, 2010).

 

Talip Küçükcan’ın yazısında tekrar edilen “Şiddet ve teröre başvurmak siyasal ve stratejik nedenlere bağlı bir seçenektir”; “Bu manada terör kampanyaları rasyonel bir siyasi tercihe dayanır” şeklindeki yaklaşımları silahsız ve müstezaf kadın-çocuk-güçsüz/yaşlı erkeklerin siyaset ve propaganda malzemesine dönüşmesine direnememektedir.

Darbeyle gelen terör olarak Kaddafi, terörle gelen devlet olarak Mandela örneğinin verilmesi şiddetin muhatabının kim olacağı sorusunda mündemiçtir. Şunu biliyoruz. Şiddet ne geçmiş toplumlarda ve ne de gelecek toplumlarda yok edilebilmiş bir sapma değildir. Moğolların Doğu’dan ve Sömürgecilerin Batı’dan çıkarak dünya halklarının can ve mallarına saldırı gerçekleştirdiği tartışmadan varestedir. Fakat terörizmle ortaya çıkan olgu şu ki, bölge insanları kendi içinden çıktığı toplumlara karşı imhacı bir eylemlilik içindedir.

Bu yazıda darbe toplumlarının terör toplumlarının ikizi olduğuna vurgu yaptık. Kimden gelirse gelsin, hangi din/ideoloji/mezhep/kimlik/etnik temele dayanırsa dayansın askerî muhataba ve askerî mal varlığına yönelmeyen şiddet eylemleri terör olarak değerlendirilmeli, insan varlığının bütününe karşı işlenmiş suç sayılmalıdır. Sivillerin hayat hakkına saldıran terör suçlularına (ve azmettiricilerine) karşı idam cezasının uygulanması gereklidir.

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Lütfi Bergen