Web Tasarım Ankara

KİM KAYBEDER, KİM KAZANIR?

Kürşad Atalar

mkatalar@hotmail.com

22.12.2016

Size “Habil mi kaybetti, Kabil mi?” diye sorsam, cevabınız herhalde ‘Kabil’ olur, değil mi?

Çünkü bilirsiniz ki, Habil masumdur, Kabil ise katildir!

Size “Samiri mi kaybetti, Musa mı?” diye sorsam, cevabınız yine herhalde Samiri olur, değil mi?

Çünkü bilirsiniz ki, o, altından buzağıyı ‘tanrı’ ilan etmekle Şeytan’ın iğvasına kapılmıştır; Musa ise, Salihlerdendir ve tercihini her daim Kainatın Ulu İmparatoru’ndan yana yapmıştır!

Size “ihanet eden Yehuda mı kaybetti, yoksa ihanete uğrayan İsa mı?” diye sorsam, buna da cevabınız ilki olur, değil mi?

Çünkü bilirsiniz ki, hain Yehuda ispiyonculuğunun cezasını çekmiştir; İsa ise, ‘korunanlar’dan olarak Refik-i Ala’ya yükseltilmiştir.

Peki, size “Muaviye mi kaybetti, Ali mi?” diye sorsam, cevabınız ne olur? Pek çoğunuz, muhtemelen bu soruya da Muaviye aleyhinde cevap verecektir.

Şii dünyasında yaşıyorsanız, sorunun sizin için zaid olduğu açıktır, ama Sünni coğrafyada yaşıyorsanız, eminim ki, cevabınız, yukarıdaki örneklerde olduğu kadar net olmayacaktır.

Çünkü bunun için ‘sebepler’ vardır!

Örneğin, aklınızın bir köşesinde “ashabımın her biri yıldızlar gibidir; hangisine tabi olursanız, sizi doğru yola götürür” hadisi vardır ve bu yüzden sahabeler arasındaki ihtilafta ‘tarafsız’ kalmanın en uygun olduğu inancıyla, Ali lehinde açık bir görüş beyan etmekten çekinirsiniz!

Üstelik Muaviye, ‘sahabi’dir ve ‘vahip katibi’dir!

Tabii bir de İstanbul’un fethi için ordu göndermişliği vardır. Eyüp Sultan da bu seferlerin birinde Konstantiniyye topraklarında şehit düşmüştür!

Ama öte yandan, Ali, Hz. Peygamber’in damadı, ilk Müslümanlardan, fazıl ve alim bir sahabidir. Hulefa-i Raşidin’dendir, hikmet ehlidir, savaşçıdır. Müslümanların dördüncü halifesidir ve nihayet, herkese nasip olmayan şehadet mertebesine ulaşmıştır!

Bu vasıfları nedeniyle, belki Ali’yi Muaviye’den üstte, hem de epeyce üstte tutarsınız, ama ‘kayıp-kazanç’ meselesinde net bir tutum takınmaktan kaçınırsınız!

Buna belki de hakkınız var, çünkü ‘fitne’ dönemlerine yaşanan hadiseleri yorumlarken ‘ihtiyatlı’ olmak iyidir. Malum ‘tarafgirlik’ insana hata yaptırır. Hangi taraf olursa olsun, eğer yargılarınıza, “bizden-sizden” ayrımı damga vuruyorsa, büyük ihtimalle, yanlış karar verirsiniz.

Bu yazıda, Ali-Muaviye mücadelesini “hesap gününde kaybedip kazanma” nokta-i nazarından değil de, ‘başarı’ya ulaşıp ulaşamama açısından değerlendireceğiz; yani meseleyi uhrevi boyutundan ziyade, dünyevi boyutuyla ele almaya çalışacağız.

Sahi bu açıdan baktığımızda, kazanan kimdir? Ali mi, Muaviye mi?

Görünüşte, kaybeden Ali’dir. Muaviye, Ali’ye karşı vermiş olduğu mücadeleden ‘başarı’ ile çıkmış ve sonunda ‘halife’ olmuştur! Ali ise, hem vermiş olduğu iktidar mücadelesini kaybetmiş, hem de canını! Onun payına düşen, ancak, bir ‘isyancı’ tarafından ‘şehid’ edilmek olmuştur!

Kayıp ve kazancı, başarı ve başarısızlığı, eğer ‘iktidar olup-olmamak’la ölçüyorsak, bu mücadelenin net kaybedeni olarak Ali’yi görmemiz gerekiyor!

 Fakat ‘gerçek’ kayıp-kazanç buna göre mi ölçülmeli?

Bu bağlamda şu soruları sorabiliriz: Muaviye, bunca mücadeleyi niçin verdi, bunca hesabı, baskıyı ve şantajı niçin yaptı? İktidar olmak için, değil mi? Peki, iktidar oldu da ne oldu? Sülalesinin bekasını veya kavminin ikbalini mi sağladı? Sorunun cevabı bu olamaz, çünkü onun ölümünden iki nesil sonra Emevi iktidarı son buldu. Abbasiler eliyle ve üstelik çok ‘manidar’ bir şekilde! Emeviler, kendilerinden olmayan tebaaya o kadar zulmetmişlerdi ki, ‘yeni galipler’ hınçlarını, Emevi mezarlarını açıp, buldukları kemikleri etrafa saçmakla alabiliyorlardı!

Peki, Muaviye’nin mücadelesinin esasen bir ‘hak davası’ olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Osman’ın katillerinin bulunmasını talep ederken de, Hakem Olayı’nda bir ‘ince taktik’ vesilesiyle hilafet yüzüğünü takarken de, Hasan’ı hilafetten vazgeçmeye ‘ikna ederken’ de, acaba Muaviye’nin amacı ‘hakkın yerini bulması’ mı idi?

Bu sorulara da pek ‘evet’ cevabını veremiyoruz. Çünkü Muaviye, bırakınız Şiiliğin veya Hariciliğin gözünde ‘haklı’ bir konumda olmayı, Ehl-i Sünnet’in bile 4 Halife listesine girememiştir! O, kendisini ‘halife’ olarak ilan ettiğinde, sarayına gitmek durumunda kalan bir sahabi, ona: “selam ey Melik!” diye hitap etmiştir. Orada bulunanlardan biri bunun sebebini sorunca, Muaviye: “o beni meşru halife kabul etmiyor” cevabını vermiştir. Evet, Muaviye, Müslüman tarihinin ilk ‘meliki’dir; hilafet uygulamasına son vermiş ve ardından da oğlu Yezid’i ‘halife’ ilan etmiştir! Ümmet’in buna tepkisi ise, en basitinden, onu ‘halifelerden biri’ olarak saymamak olmuştur!

Bu, ‘ılımlı’ bir mezhep olan Ehl-i Sünnet’in ‘tavrı’dır; ‘sert’ olanların (yani Şiiler ve Haricilerin) hükmü ise, zaten malumdur!

Bu vakıa karşısında bile, başta sorduğumuz soruya hangi cevabı vereceğimiz açık değil mi? Evet, bu mücadelenin kaybedeni kim? Ali mi, Muaviye mi?

Bana göre, kaybeden Muaviye, kazanan Ali’dir! Yaşananlar da buna şahitlik etmektedir.

Sebep ise çok açıktır: Ali, Hakk için çalışmış, Hakk için yaşamıştır! Hakk da, onun hakkını yerde koymamıştır!

Dünyevi mücadelesini kaybetse de, Ali, vicdanların galibi, gönüllerin fatihidir. Ümmet, Şiisiyle Sünnisiyle, onun adını yaşatmış, ona hürmetini esirgememiştir.

Hatta başka hiçbir sahabiye nasip olmayan, ona olmuştur: o, adıyla mesmu bir mezhebin (Şia) sahibidir!

Muaviye (veya Hariciler’le) mücadelesinde Ali’nin bariz vasfı, ‘haktan sapmamak’tır. Öylesine ki, (meşhur sahabilerden Talha ve Zübeyr’in zaman zaman yapmış olduğu eleştirilerde de görüldüğü üzere), onun bu hassasiyeti, ‘yönetim zaafı’ olarak dahi algılanır olmuştur. Ali’nin bu yöndeki eleştirilere cevabı, mealen: “haksızlıkla kazanılan zafer, zafer değildir” şeklinde olmuştur!

Evet, klasik tarihimizde ‘Ali’ ismi, mücadelenin ‘yöntem’i konusunda da bir ‘tipoloji’ye tekabül eder. Bu tipolojide “amaca ulaşmak için her yol meşru değildir.”

Öteki tipolojiyi temsil eden Muaviye ise, haza “amaca ulaşmak için bazı yollara başvurulabilir” anlayışındadır! O yüzden, iktidarın ‘ince’ yollarında emin adımlarla yürümüştür; o yüzden iktidarına karşı çıkanları sindirmiştir, kısacası o yüzden ‘başarılı’ olmuştur!

Bu tipleme size birilerini hatırlattı, değil mi?

Mesela şu meşhur Machiavelli’yi! “Kral, ülkedeki birliği sağlamak için aldatmaya başvurabilir” diyen İtalyan yazarı.

Muaviye ile Machiavelli aynı mantığın insanları mı? Zannımca, klasik dönem Müslüman tarihini azıcık bilenler dahi, Hükümdar’ı okurken Muaviye’yi hatırlamadan edemezler!

Aslında her ikisi de, “her hal ve durumda her yol mübahtır” demiyor; bu, onların sözlerini bir bakıma çarpıtmak olur. Onlar, “bazı durumlarda bazı şeyleri yapmak meşrudur” diyorlar. Şartları da kendilerince tarif ediyorlar.

Muaviye’yi savunanlar, dönemin şartlarının ağırlığını ‘fitne’ kelimesiyle izah etmeyi severler. Buna göre, o dönemde şartlar o kadar kötü idi ki, haklı ile haksız birbirine karışmıştı ve bu şartlar altında Ümmet’in Birliği’ni tesis etmek amacı, her şeyden önde olmalıydı. Aksi takdirde, Ümmet dağılacak ve bu da onun düşmanlarını hoşnut edecekti. Yani Muaviye’nin yaptığı Birliği sağlamaktan başka bir şey değildi!

Machiavelli’nin sözlerini tevil edenler ise, benzer şekilde, dönemin İtalyası’nın ağır siyasi şartlarını gerekçe gösteriyorlar. Buna göre de, Machiavelli’nin hükümdara  (aldatma yönünde) önerdiği şeyi, İtalya’nın birliğini sağlamak için (‘geçici’ olarak geçerliliği olan) bir tavsiye olarak niteliyorlar.

Acaba öyle mi? Bazı durumlarda ‘başarı’ için bazı şeyleri yapmak meşru olabilir mi?

Bu, turnusol işlevi gören bir sorudur. Ali zihniyetine sahip olanlar bu soruya hiçbir şekilde ‘evet’ cevabı vermezler. Muaviye zihniyetine sahip olanların ise cevabı bellidir!

Aslında, bazı ‘uygunsuz’ yolları meşru görenlerin ‘başarı’ya ulaşması çok da matah bir şey değildir. Çünkü her hal ve durumda ‘ilkeli’ davranmak demek, ‘seçenekler’in kısıtlanması anlamına gelir ki, burada ‘başarısızlık’ ciddi manada bir ihtimal olarak ortaya çıkar.

Ama özellikle de “amaca ulaşmak için her yolu meşru görenler”, baştan avantajlıdırlar. Çünkü bir yol olmazsa ötekiyle, amaçlarına ulaşabilirler! Doğuda, batıda bunun sayısız örnekleri verilebilir. Tarih boyunca bu türden olanlar, genellikle, amacına ulaşmış (yani ‘başarılı’) kişiler olarak bilinmektedir.

Peki, bu algının gerçekle ilgisi nedir?

Kanaatime göre, bu algı, ‘kısa görüşlü’ olmaktan ya da ‘gerçek başarı’nın ‘uzun vadeli’ bir olgu olduğunu görememekten kaynaklanmaktadır.

Mesela ‘köşe dönmecilik’ tam da böyle bir şeydir; bununla kazanılan ‘başarı’ sahici değildir ve o nedenle de çoğunlukla geçicidir.

Bu türden insanların bir ‘son’ düşüncesi yoktur veya çok azdır. Akıbetlerini düşünmezler ve anlık kazançlarla tatmin olurlar. Nihayetinde de tabii ki kaybedenlerden olurlar.

‘Acilci’ yöntemlerle iktidarı ele geçirmek isteyenler de böyledir. Bunlar da darbe ile gelirler ama yine bir başka darbe ile giderler!

Fakat işin ‘sonu’nu, yani akibeti (yahut ahireti) düşünenler, ‘ilkeli’ insanlardır. Binayı sağlam yapmak için temeli sağlam atmak gerektiğini düşünürler; kavmin nefsinde olanı değiştirmesi için ‘uzun soluklu’ çalışmalar yapılması gerektiğine inanırlar ve mücadele yolunda kendilerine sunulan ‘taviz’ tekliflerini de reddederler.

Çünkü bilirler ki, ulvi amaçlara ulaşmak, kolaycılıkla veya acelecilikle olmaz. Değerli amaçlar büyük fedakarlıklar ister. O yüzden, ‘toplumsal değişim’ için uzun soluklu bir mücadele verilmesi gerektiğine inanırlar.

İşte bu yüzden, asıl ‘başarı’lı olanlar ‘ilkeli’ insanlardır; kalıcı ve sahici başarıların altında onların imzası vardır.

Amaca ulaşmak için her yola başvuranlar ise, belki geçici olarak emellerine ulaşabilirler, ama elde ettikleri netice, asla kalıcı olamaz. Bir küçük rüzgarla, o da ellerinden uçup gider!

Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Başkasını aramaya gerek yok, Ali, bunun açık kanıtıdır.

Kural bugün için de geçerlidir. Bugün de, amaca ulaşmak için her yolu mübah görenler kaybedenlerdir, ‘ilkeli’ olanlar ise kazananlardır.

O yüzden, köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyenler kaybedenler, “bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, davamdan vazgeçmem” diyenler kazananlardır.

O yüzden, “şimdi anlaşalım, ilerde gücü ele geçirince anlaşmayı bozar, kendi yolumuzda ilerleriz” diyenler kaybedenler, “101 yıl ömrüm olsa, siz de 100 yıl ceza verseniz, kalan bir yılda yine bu dava için çalışırım” diyenler kazananlardır.

O yüzden, ceza indiriminden faydalanmak için “sözlerim yanlış anlaşılmış, onu kast etmedim” diyenler kaybedenler, yöneticiden af dilemesi karşılığında bağışlanacağı söylenen ve bunun üzerine, sözünden dönmeyip: “kalem sahipleri büyük işler başarabilirler, ancak yazdıklarını kanları ve canlarıyla beslemek şartıyla” diyenler kazananlardır.

O yüzden “bir kereden bir şey olmaz” diyenler kaybedenler, “erkek için şeref, kadın için iffet gibidir; bir kez kaybedildi mi, bir daha tamir olunmaz” diyenler kazananlardır.

O yüzden, “dün dündür, bugün bugündür” diyenler kaybedenler, “ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir” diyenler kazananlardır.

Evet, sadece ukbada değil, bu dünyada da ‘ilkeli’ olan, Hakk’a inanan ve haksızlığa karşı çıkan kazanır, ‘kolay’cı ve uzlaşmacı olan, köşeyi kısa yoldan dönmeye çalışan, kaybeder.

Tercih sizin! Hangisini beğeniyorsanız, o yolun ‘adamı’ olun!

Ama bilin ki, ‘Cesur Yürek’ William Wallace’a ihanet edip İngiliz kralının safına geçen İskoç asilzadesi, sonunda yaptığına pişman olmuş ve kendisini ikna etmeye çalışan babasının yüzüne karşı şu cümleyi söylemiştir: “ben de onun gibi olmak istiyorum!”

İşte gerçek ‘zafer’ budur!

İskoç asilzadesine bu sözü söyletebilmek, gerçek ‘başarı’dır.

Çağrı filmini seyredenler, filmin sonunda Ebu Süfyan’ın ağzından dökülen itiraf mahiyetindeki söze bir kez daha kulak versinler. Ne diyordu Ebu Süfyan, evinin penceresinden muzaffer Medine ordusunu seyrederken?: “Bu kadar mı yanılmışız?”

İşte ‘başarı’ budur. Düşmanınıza bu sözü söyletebiliyor musunuz? Gerçek fatih sizsiniz!

Ama muhalif tek bir ses dahi duymak istemediğiniz için, bütün taşları bağlıyor, bütün köpekleri salıveriyorsanız, biliniz ki, siz gerçek manada kaybedenlerdensiniz. Çünkü gerçek zafer, vicdanlarda kazanılır. Orada savaşı kaybeden, önünde sonunda zelil olur!

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Kürşad Atalar