Web Tasarım Ankara

“ZALİMLER AHDİME EREMEZ”

Kürşad Atalar

mkatalar@hotmail.com

04.09.2016

Bu yazıda, hepimizin bildiği “zalimler ahdime eremez” ayetinin yorumunu farklı bir şekilde yapmaya çalışacağız. Malum olduğu üzere, bu ayet, çoğunlukla, insanlar arasındaki hısımlığı sağlayan asıl bağın ‘din’ veya ‘ideoloji’ olduğu; kavim, kabile, aile, vs. gibi bağların bunun yanında bir değerinin olmadığı yönündeki fikri temellendirmek için kullanılmaktadır ve bu yaklaşım, esas itibarıyla da doğrudur. Zira burada “bütün imtihanlardan başarıyla çıkmış” bir peygamberin duası, Allahu Teala tarafından “kabul edilemeyecek bir dua” olarak görülüp reddedilmektedir. Bu peygamber, ‘azim sahibi’ nebilerden Hz. İbrahim’dir ve Kur’an onu, bir başka yerde “tek başına bir ümmet” olarak tarif etmektedir! Durum böyle olunca, tabiatıyla, yorumcular ‘zalim’ ve ‘zulüm’ kelimesi üzerinde odaklanmışlar ve buradaki kasdın ne olduğunu tarif etmeye çalışmışlardır. Yapılan yorumların başta geleni, ‘zulüm’ ile kast olunanın ‘şirk’ veya ‘küfür’ olduğudur ki, bu, ayetin siyak ve sibakına ya da Kur’an bütünlüğüne bakıldığında makul bir tefsir olarak alınabilir. Buna göre, makamı Allahu Teala yanında ‘övülmüş’ bir peygamber olmak (yahut salih bir niyet taşımak) bile, meşru olmayan duanın kabulü için yeterli bir sebep olamamaktadır. Nitekim aynı gerekçeyle Hz. İbrahim’in babası için ve Hz. Nuh’un oğlu için yapmış oldukları dualar da kabul edilmemiştir. Buradan hareketle, müfessirler, hısımlık ve hidayet arasındaki ilişkiyi tarif ederken başka bazı makul yorumlarda da bulunmuşlardır. Örneğin Hz. Asiye’nin Firavun’un hanımı olması, ondan ‘iman sahibi’ olma vasfını almamaktadır. Hakeza Firavun’un sarayında olmak bile ‘mümin’ olmanıza ve öyle kalmanıza engel değildir. Hz. Lut’un hanımı örneğinde olduğu gibi, peygamberin en yakını olmanız, eğer iman etmemişseniz, sizi helakten kurtaramamaktadır! Ve Hz. Peygamber örnekliğinde görüldüğü gibi, ‘makam-ı mahmud’ sahibi ve ‘hateme’n-nebiyyin’ olmanız, ne kadar isteseniz dahi, kişi istemedikçe onun hidayete ermesini sağlayamamaktadır. Çünkü kalplere hükmeden sadece Allah’tır! Yukarıda mealini verdiğimiz Bakara Suresi:124. ayette ise, Hz. İbrahim, “insanlığın önderi yapılacağı” müjdesini aldıktan sonra, aynı şeyi soyundan gelenler için de istemiş, fakat ileriki çağlarda bunların içinde ‘zalimler’in de bulunacağı imasıyla, bu talebi kabul edilmemiştir. Bütün bunlar bize, açık ve net olarak, şunu söylemektedir: hakiki bağ, iman bağıdır; bunun ötesindeki bağların (bunun yanında) kıymet-i harbiyesi yoktur.

         Peki, Bakara:124’ten çıkaracağımız tek sonuç bu mudur? Evet, ayet bize açıkça, peygamber soyundan gelse bile, ‘zulüm’ günahını irtikap edenlerin Allah’ın ahdine nail olamayacaklarını (yani ‘zalim’ olanın peygamber veya ‘insanlığa önder’ olamayacağını) söylüyor. Zulüm kelimesinin “bir şeyi ait olduğu yere koymamak” anlamına geldiğini bildiğimize göre, bu ifadeden, Allahu Teala’nın ilahlığını kabul etmeyenlerin ‘zulüm’ suçunu işlediğinin kast edildiği neticesini kolaylıkla çıkarabiliriz. Yani burada ‘kafirler’ veya ‘müşrikler’ ifadelerinin yerine ‘zalimler’ kelimesinin kullanılmış olması, bu ‘suç’un faillerinin şirk koşmak veya inkar etmek suretiyle Allah’a karşı ‘haksızlık’ yaptıklarını ifade ediyor. Başka bir deyişle, bu ifadeden şu netice çıkar: inkar eden, Allah’a (ve dolayısıyla da kendi nefsine) karşı haksızlık yapmıştır. O halde, zalimler, Allah tarafından bir ‘nimet’e, fazl’a veya ‘rahmet’e erişme (yani insanlığa Allah adına önderlik etme) hakkına da sahip değildirler!

         Buraya kadar da bir sorun yok gibi görünüyor. Fakat acaba şöyle bir soru sorabilir miyiz? Peygamber olmadığı halde, peygamberlik iddiasında bulunan bir kişi, şayet arkasına da geniş yığınları almışsa, bunun için ne söylenmeli? Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, peygamber olmadığı halde peygamberlik taslayan birini, insanlar ‘peygamber’ olarak bilebilirler mi? Ayeti baz alarak konuşacak olursak, bu sorunun cevabı bellidir: bilemezler! Çünkü Allahu Teala buna izin vermez. Bu da şu demektir: Kur’an’da peygamber olarak bildirilenler, gerçekten peygamberdirler. Bunlar “insanlar öyle kabul ettikleri için” değil, Allahu Teala’nın ahdine nail oldukları için peygamberdirler.  Tabii burada ‘yalancı peygamberlik’ meselesi önem arz ediyor. Tarih boyunca, bu iddia ile ortaya çıkan birçok insan olmuştur. Bunların bir kısmı, bizzat peygamberlik iddiasında bulunmuş; bir kısmı, ‘mehdi’, bir kısmı ‘mesih’, bir kısmı da ‘veli’ sıfatıyla ortaya çıkmış ve aşağı yukarı aynı davayı gütmüşlerdir. Bunların yaşadıkları dönemde de, ölümlerinden sonra da bağlıları olmuştur. Buradaki kritik soru şudur: bağlılarının bir dönemki çokluğuna bakarak, bunların iddiaları ile gerçek peygamberlerin iddialarını bir tutmak mümkün müdür? Zira özellikle de Allah’a veya herhangi bir dine inanmayanlar için bu iki iddianın özde bir farkı yoktur. Çünkü her ikisi de gerçeğe tekabül etmemektedir. Geriye geniş kitlelerce ‘peygamber’ olarak kabul edilme kıstası kalmaktadır ki, bu da, bu türden inançsızlar için, gerçeğe dair bir kıymet ifade etmemektedir. Peki, bu iddia sahipleri için ne denilmelidir? Sahiden de gerçek peygamber ile sahte peygamber arasında bir fark yok mudur? Varsa, bu nasıl bilinecektir ve bunun ‘delili’ ne olacaktır?

         İnançlı bir kişi için, ‘sahte peygamberlik’ iddiasının toplumda tutup tutmayacağına dair soruya verilecek cevap bellidir. Bu kişi, insanlar tarafından peygamber olarak bilinemez; çünkü Allahu Teala buna engel olur. Düşünsenize, bir kişi peygamberlik iddia edecek ve gerçek peygamberleri gönderen Zat, buna müdahale etmeyip olan-biteni sadece seyredecek! Yani insanlar Allah’ın göndermediği birini ‘Allah’ın resulü’ olarak tanıyacaklar, buna samimi olarak inanacaklar ve onun sözlerini ‘Allah’ın sözleri olarak kabul edecekler ve her şeyi görüp işiten Kadir-i Mutlak da gökteki tahtında oturup gelişmeleri sessizce seyredecek!... Bu olabilecek bir şey midir? Değildir. ‘İmtihan’ gerekçesi öne sürülerek dahi, bu iddia kabul edilemez. Evet, sahte mehdiler, sahte veliler veya sahte mürşidlerin ortaya çıkıp taraftar toplaması, bu gerekçeyle izah edilebilir. Zira böylece Allah kullarını denemiş olur ve gerçek mümin ile sahtesi ortaya çıkar. Ama aynı şey peygamberlik için geçerli değildir. Yani ‘sahte peygamber’in yalancılığı tutmaz. Bu, mantıken de böyle olmalıdır. Yukarıda bir Allah varsa ve ‘vahiy’ dediğimiz şey bir ‘gerçeklik’se, böyle bir şeyin olamayacağı da otomatikman kabul edilmelidir.

         Bunu söylüyorsak, tabiatıyla, tezimizin test edilmesi de gerekir. Tarihe baktığımızda ne görüyoruz? Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ama gerçekte peygamber olmayanların, insanlar tarafından peygamber olarak kabul edildiğini mi görüyoruz, yoksa bu kişilerin ‘yalancı peygamber’ olduklarının ortaya çıktığına mı şahit oluyoruz? Elimizde Hz. Peygamber döneminden Müseyleme örneği var. Bu kişinin, tıpkı Hz. Muhammed (AS) gibi ‘peygamberlik’ iddia ettiğini, hatta Kur’an ayetlerine benzeyecek şekilde sözler uydurduğunu da biliyoruz. Hakeza tarih kitapları aynı dönemde başka bir kahin kadının da benzeri bir iddiada bulunduğunu ve onun da kendisine taraftar bulamadığını yazıyor. Daha sonra ise bu iddiayı aynı tonda ifade eden pek bir şahsa rastlanmıyor. Fakat ‘mehdi’ veya ‘veli’ iddiasıyla ortaya çıkan pek çok şahsın ortaya çıktığını biliyoruz. Bu ne anlama geliyor? Tabii ki, vites küçültme anlamına geliyor! Peki, bunlar niçin vites küçültüyorlar? Çünkü peygamberlik iddiası kolay tutmuyor, hatta hiç tutmuyor; peygamberlik hevesinde olanlar da bu yüzden onun bir küçüğünü deniyorlar! Burada, öncekine göre, belirli bir ‘başarı’ sağladıkları söylenebilir. Yani insanlar, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlara pek yüz vermiyorlar ama mehdilik veya velayet iddiasıyla ortaya çıkanlara itibar edebiliyorlar. Bu yüzden de tarihte bunların sayıca daha çok olduğunu görüyoruz. Ama bu tablonun bize açıkça gösterdiği bir şey var ki o da yalancı peygamberliğin tutmadığıdır! Peki neden? İnançsızların pek çoğunun iddia ettiği gibi, peygamberlik de tıpkı diğer beşeri önderlikler gibi sadece bir iddia idiyse ve tarih boyunca peygamber olduğu iddiasıyla ortaya çıkanlar aslında bizim gibi sıradan insanlar idiyse, niçin Hz. Muhammed’den sonra bir kişi dahi çıkıp iddiasını geniş kitlelere kabul ettiremedi? Çünkü buna bir engel yoktur. Bugünden sonra dahi, herhangi bir kişi, insanlığı peşine takmak, yüce makamlar vs. elde etmek için peygamberlik iddiasında bulunabilir. Niçin Hz. Peygamberden beri böyle bir iddiada bulunan çıkmıyor? Yoksa insanların ‘cesaret’i mi azaldı? Yoksa modern dönemde artık böyle şeylere inanmak zül mü addediliyor?! Zül addedilemez, çünkü hiçbir zamanda veya hiçbir dönemde pozisyon itibarıyla peygamberlikten daha ‘saygın’ bir makam bulunamaz! Herhangi bir ülkenin lideri olabilirsiniz, bir Cengiz, bir İskender, bir Stalin, bir Firavun, bir Augustus olabilirsiniz, hatta güneş batmayan imparatorluğun yahut Commonwealth’ın monarkı ya da Birleşik Devletler’in Başkanı, vs. olabilir, bütün dünyaya hükmedebilirsiniz, ama bu makamlar ‘peygamberliğin’ yanında, tabiri caizse, solda sıfır kalır! Çünkü nihayetinde bunlar bu dünyaya özgü makamlardır ve bunların en büyüğü dahi ‘Tanrı’nın Krallığı’ makamının yanında hiç mesabesindedir. O halde, yeryüzünde hiç mi ‘muhteris’ insan kalmadı? Ya da koskoca insanlık, Hz. Muhammed’den sonra, kendi içinden onun kadar ‘zeki’ birini çıkaramıyor mu? Milyarlarca insan içinden, insanlığı kandırıp arkasında sürükleyecek bir tane ‘dahi’ bile çıkmaz mı?.. Tabiatıyla bu soruların cevabı bellidir: Hz. Muhammed’den sonra da (Müseyleme’nin belki bin katı ihtirası olan) nice insan gelip geçmiştir, ama ‘peygamberlik’ kandırmaca ile elde edilebilecek bir paye olmadığından, amaçlarına ulaşamamışlardır. Her şeyden önce buna Allah izin vermez. Nitekim Hz. Muhammed’den sonraki tarih de buna şahittir. Kur’an, bütün insanlığa “eğer bu söz uydurma diyorsanız, o halde siz de onun gibi bir sure getirin” diye açıkça meydan okumuştur, ama insanlar, aradan geçen 1400 yıl içinde, böyle bir sure veya ayet getirmeyi bir kenara bırakın, bu meydan okumaya ‘meydan okuma’ cesaretini dahi gösterememiştir! Bu da, “zalimler ahdime eremez” ayetinin bir başka yönden tarihsel kanıtıdır!

          Amma… bizim bu ayet vesilesiyle asıl üzerinde duracağımız konu bu değildir! Bunlar, peygamberliğin zarureti ve işlevi konusunda inançlı her insanın kolaylıkla dile getirebileceği şeylerdir. Bizim asıl üzerinde duracağımız konu, peygamberlerden sonra (özellikle de Hz. Muhammed’den sonra) vahyin anlaşılması noktasında kafalar karıştığında, bu karışıklığı gidermek için peygamberlerin üstlendiği görevi üstlenen birilerinin olup-olamayacağı ve bunun insanlar tarafında bilinip-bilinemeyeceği hususudur. Burada “her asırda bir müceddid geleceğini” veya “alimlerin peygamberlerin varisleri olduğunu” beyan eden hadislerden (hatta “Allah’tan gereği gibi ancak alimler korkar” ayetinden) hareketle, görevin ‘alimler’e geçtiği söylenebilir. Peki ama bu ‘alimler’ kimlerdir? Bunların peygamberlerin görevini üstlendiğinin kanıtı nedir? Bu soruyu, peygamberler için kullandığımız şu formatı kullanarak, şu şekilde de sorabiliriz: “acaba ‘alim’ olmadığı halde alimlik taslayanları da insanlar ‘alim’ olarak bilebilirler mi?” İlk bakışta bu soruya olumlu cevap verilebilir gibi görünüyor. Çünkü Müslüman tarihi boyunca bir çok ekol (özellikle de siyasi ve itikadi mezhepler) ortaya çıkmıştır ve bunların aşağı yukarı hepsi, kendi meşrepleri uyarınca görüş beyan edenleri veya kendi önderlerini ‘müceddid’ veya ‘alim’ olarak nitelemiş, karşı görüş mensuplarını ise kötüleyip zemmetmişlerdir. Üstelik bu mezheplerin hayli taraftarları da olmuştur. Bu durumda, kimin peygamberlerin varisi olduğu nasıl bilinecektir?

         Bu önemli soruya cevap ararken, bendeniz, aceleci olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Elbette ki alimlik iddiası, peygamberlik iddiası gibi değildir ve ikincisi için tabiri caizse bir ‘garanti’ söz konusu iken, ilki için böyle bir şey söylenemez. Yani Müslüman tarihi içerisinde ortaya çıkmış en değerli alimler için dahi, peygamberlikte olduğu gibi, bir ‘koruma’nın söz konusu olduğu iddia edilemez. Fakat bu iddia edilemiyor diye, sap ile samanın birbirine karıştığı da söylenebilir mi? Bendeniz, burada da bir kriter olduğuna inanıyorum ve bunun ‘ilim’ kavramında mündemiç olduğunu düşünüyorum. Yalnız, bu kavramı iyi anlamamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek, “alimler peygamberlerin varisleridir” hadisini de doğru biçimde anlayabiliriz diye düşünüyorum. Bana göre de, eğer peygamberlerden sonra, onların üstlenmiş olduğu görevi (yani irşad ve hakka iletme görevini) birileri üstlenecekse, bunlar, başkası değil, ancak ‘alimler’ olabilir (dikkat edelim ki, ‘vahy’, Kur’an’ın ifadesiyle, bizatihi ‘ilim’ olarak tarif edilmektedir!). O halde bu ‘ilm’i doğru anlama noktasında kim salahiyet sahibi ise, peygamberlerin üstlendiği ‘önderlik’ görevini onları yapması gerekir. Burada tabiatıyla, ‘hükümdarlık’ makamının ele alınması gerekiyor. Bana göre, hükümdarlık, peygamber varisi olmak için yeterli bir vasıf değildir. Üstelik hükümdarlık, ‘haksızlık’ yapmaya mütemayil bir makamdır. Tarih boyunca da bunun pek çok örneği görülmüştür. Müslüman tarihi bile buna şahitlik etmektedir. Emevi ve Abbasi dönemlerinde yapılan zulümler, tarihçilerin eserlerinde ayrıntılarıyla kayıtlıdır. Görevi üstlenmek bakımından ‘alimler’den sonra ‘zenginler’ gelmektedir ki, bunu da ‘mele’, ‘mütref’ veya ‘aristokrasi’ olarak tercüme etmemiz mümkündür. Hz. Peygamber’in bir hadisinde de ifade edildiği gibi, (mümin olmak şartıyla) ‘varlıklı olmak’ da önemli meziyetlerden biridir, ancak bu vasıf, peygamberlerin üstlendiği görevi deruhte etmeye yetmemektedir. Çünkü zenginlikle yapılabilecek salih ameller bellidir ve sınırlıdır. Bunların, özellikle de ‘bilgi’ alanıyla doğrudan bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla, peygamberlerin tebliğ ettiği vahyin doğru anlaşılması ve anlatılması noktasında birincil görev alimlere düşmektedir. Bu husus, aklen de çok açıktır.

         Peki, insanlar, gerçekte alim olmadığı halde, alimlik taslayan bazı kişileri önder edinirse ne olacaktır? Bu sorunun cevabı, aslında bellidir: eğer böyle bir şey oluyorsa (ki tarihte bunun olduğuna dair çok örnek gösterilebilir) bu durumda, sahte alimi önder edinenler takbih edilir. Çünkü bunlar, Kur’an tabiriyle ‘cahil’dir. O yüzden de, yapmış oldukları tercihin ‘hakikat’ anlamında bir değeri yoktur. Buradan şu neticeye ulaşıyoruz: insanlar çoğu, ‘batıl’ı ‘hak’ olarak biliyorsa, burada suç ‘hak’ın değil, insanlarındır. “İnsanların çoğu inanmazlar” ayeti de bunun kanıtıdır. İnsanların çoğu, peygamberleri reddediyor diye, ne peygamberlerin yalan söylediği ne de onların getirdiklerinin ‘batıl’ olduğu iddia edilebilir. Hz. Nuh kavmi, bu hususta Kur’andan verilebilecek en iyi örnektir. Bu kavim, tabiri caizse, ‘toptan’ inkar etmiştir, fakat Kur’an, yine de Hz. Nuh’u değil, o kavmi suçlamaktadır! Bunun manası şudur: Hz. Nuh, kavminin inanması için gerekli olan her şeyi yapmış, fakat yine de kavmini doğru yola getirememiştir. Hz. Nuh’un kavminin topluca inkarı, çoğunluk kararının ‘hak’ka tekabül ettiğine yorulamaz. Belki, çoğunluğun ‘cahil’, ‘inatçı’, ‘mücrim’ veya ‘zalim’ olduğu anlamına gelebilir, ama ‘hak’ olduğu anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, (Kur’an’ın ifadesiyle, “insanların çoğu inanmadığına” göre) Kur’an’ın veya peygamberlerin tezlerinin de ‘batıl’ olması gerekirdi! Böyle bir şey olamayacağına göre, çoğunluğun tercihinin, hak kriteri olarak alınamayacağı çok açıktır.

         Peki, çoğunluğun tercihi, her zaman mı ‘batıl’a işaret eder? Hayır. Bu da söylenemez. Burada önemli olan çoğunluğun ‘vasfı’dır. Örneğin, Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarının bulunduğu bir topluluk düşünelim ve bunlar bir meseleyi müzakere etsinler. Burada çoğunluğun kararı, genellikle, ‘hakka’ isabet eder. Çünkü bu topluluğun bizatihi kendisi, ‘alimler’den oluşmaktadır (bu dahi, o kişilerin hiç hata etmeyeceği anlamına gelmez!). Fakat yine Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemde, onun yakın arkadaşlarından değil de, henüz yeni Müslüman olmuş olanlardan veya çoğunlukla Bedeviler’den oluşan bir topluluk olsun ve bunlar bir meseleyi müzakere etsinler. Burada da çoğunluğun kararının yanlış olma ihtimali yüksektir. Çünkü bu toplulukta da ‘cahiller’ çoğunluktadır (bu da bu topluluğun hiç isabet etmeyeceği anlamına gelmez). Dolayısıyla, çoğunluğun kararının hakka isabet edip etmeyeceği noktasında belirleyici olan, çoğunluğun ‘ilim düzeyi’dir. Müslüman tarihinde, bu düzeyin yüksek olduğu dönemlerde, toplumun dinamik ve genellikle başarılı olduğunu görüyoruz. Fakat ne zaman ki Müslüman toplumların ilim düzeyi düşmüştür, bu kez de Müslüman toplumların zayıfladığını ve düşmanları karşısında mağlubiyetler tattıklarını gözlemliyoruz. Bu ise bize, başta sormuş olduğumuz sorunun cevabını ararken bize yol gösterecek bir husustur. Şöyle ki: Bir kişi gerçek manada ‘alim’ olmadığı halde, alimlik iddiasında bulunuyorsa, insanlar onu gerçek manada ‘alim’ olarak bilemez. Başka bir ifadeyle, o kişinin gerçek manada ‘alim’ olmadığı, zaman içerisinde anlaşılır! Evet, bir süre bu türden sahte alimler ‘cahiller’den oluşan topluluğu kandırıp peşine takabilir. Fakat zaman içerisinde, bu kişilerin takkesi düşer ve kel görünür! Benim inancım budur. Bendeniz tarihen de bunun sabit olduğunu düşünüyorum ve buradan hareketle şöyle bir iddiada bulunuyorum: Müslüman tarihinde, ilmi gayreti ile tebarüz etmiş (ve ilim işlerinden anlayan kişilerin takdirini kazanmış kişiler), gerçek alimlerdir ve tarih de buna şahitlik etmektedir. Buna ‘ilm’in her dalı da dahildir. Bu kişiler, geçen zaman içerisinde, işlerinin ‘ehli’ olduklarını göstermişler ve insanlar da onları öyle bilmişlerdir. Ve tefsir, hadis, fıkıh, dil, kelam, felsefe, tasavvuf, vs. gibi alanlarda kim ‘sahte alimlik’ yapmışsa, bunlar da zaman içerisinde ortaya çıkmış ve toplum tarafından kendilerine hak ettikleri paye verilmiştir! Bu iş, öylesine böyledir ki, ilmi kariyeri azıcık zayıf olanı dahi, toplum görmüş ve ona, hak ettiği payeyi vermiştir! Örneğin fıkıhta İmam Züfer veya İmam Yusuf, Ebu Hanife kadar takdir görmemiştir. Tıpkı bunun gibi, bilimde Hasan-ı Lagari veya Hazerfen Çelebi de Biruni kadar takdir görmemiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aynı şeyi Batı düşüncesi için dahi düşünebiliriz. Saint Simon sosyalizmin önemli isimlerinden biridir ama Marks kadar takdir görmemiştir. Bacon siyaset biliminde önemli isimlerden biri olarak kabul edilmesine rağmen Hobbes veya Locke ayarında biri olarak kabul edilmemiştir, vs. Dolayısıyla, ‘ilim’ insanlar tarafından (yani toplumca) görülür. Onu yok etmek mümkün değildir, ona gözlerinizi kapayamazsınız. Kapasanız bile güneş balçıkla sıvanmaz.

         Peki, bu niçin böyledir? Yani niçin ‘alim’in de gerçeği ile sahtesi, şimdi değilse bile, zaman içerisinde belli olmaktadır? Çünkü gerçek manada alim olmak için, kalb-i selim gerekir. Bu şu demektir: gerçek alim, ‘hak’ için her şeyi göze alır. Buna geceler boyu okumak da dahildir, zalim sultana karşı hakkı söylemek de dahildir! Bunlar, sahte alimlerin veya alimlikten geçinenlerin yapmayacağı veya yapamayacağı şeylerdir. Bu zorlukları ancak gerçek alimler göze alabilirler. Sahte alimler, ‘kolay yoldan’ köşe dönmeye çalışırlar ve işlerini ancak zulmün hakim olduğu dönemde görebilirler. Gerçek alimlerin ilmi hakiki olduğu gibi ameli de ‘salih’ olur. Bu yüzdendir ki, onların çıkardıkları işler ‘kaliteli’ olur. Ve tabiatıyla, ‘kalite’ ‘kalıcılığı’ da beraberinde getirir. İşte gerçek alim ile sahte alimi birbirinden ayıran budur.

         Peki, bu tartışmayı günümüze taşıdığımızda ne söyleyebiliriz? İnsanların, sahte mehdilerin, sahte alimlerin, sahte dailerin peşinden gittiği günümüzde de kriter aynen geçerli mi? Bence, evet, aynıyla geçerlidir. Bu tablodan çıkarılacak olan, sahte alimlere tabi olanların ‘cahil’ olduklarıdır. Cahilin tercihinin bir kıymet-i harbiyesi olmadığına göre, mevcut duruma bakarak, yani çoğunluğun yönelimini esas alarak hakkın yerini tayin etme yaklaşımlarının yanlış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu söylediklerimiz, yığınların peşine takıldıkları gruplar, yapılar, cemaatler için geçerli olduğu gibi, milyonluk partiler, uluslar arası yapılanmalar ve devletler için de geçerlidir. Eğer bu yapıların tabanları, çoğunlukla cahillerden oluşuyorsa, insanların fevc fevc şu veya bu yapıya yönelmelerinin hakikat adına bir değeri de yoktur. Bu yapıların başında yer alan ‘alim’ kisveli kişilerin veya önderlerin de ‘ilim’ ve ‘hakikat’ adına bir kıymet-i harbiyeleri yoktur. Bunu dile getiren kimse kalmamışsa bile, bu böyledir. Hakk’ın kriteri, ‘ilim’dir. Ona göre yapılmayan bir değerlendirmenin de bir ‘değer’i yoktur!  

Yorumlar


Hakikatin kaynağı sorunu
Tarih: 23.11.2016 Yazar: anlamakiçin (f.u.)
Sayin Kürsad Atalar
Tarih: 9.10.2016 Yazar: Talat
Kategori: Kürşad Atalar